Niko ile Margarita
bu sevda bir uçurum otu Niko
gül çalımı, serçe uçuşu, geyik sekişi
ah, ne yaptın bu adama Margarita,
Niko fırça yangını renk cümbüşü
Niko bir jest, tepeden tırnağa bir tutku
olacak şey miydi Margarita
saf gülün geyiği terk edişi..
dokundu bana Niko Pirosmani’nin öyküsü
ah, kırmızı güller bir jest miydi
arabalar dolusu mimozalar, leylaklar
böyle hüzünlü mü bitecekti bu aşk
sona erdi sanki hayatın öyküsü
buzlar çözülünce Tiflis’e gideceğim
ölümsüzleştirmek için bu yalın aşkı
Sololaki sokağına yaz gelmiş olur
kuşlar dalgın uçar, ağaçlar büyür
Osip Mandelstam
beni de katıyor hüzünlerine Osip
Mandelstam. şiirler okuyoruz Anna’dan
suya ota ağaca
St.Petersburg’un puslu gecelerinde
geceler ah derin yara. patlayarak güller
açıyor Nadejda’nın yüzünde,
yüzü acıya sürgün, yüreği kıpır kıpır,
güzel günlerin geleceğine inanıyor
ben de şiirlerine katıyorum soluğumu
çitin üstünde öten elmacık kuşu gibi
yumuşatmak için bu katı havayı
ah, Nadejda, kılıcını çekmiş kışlarda
vedalaşmaların hüzünlü kadını
ne kaldı Osip’ten geriye? istasyonların
iç çeken boşluğu mu, şiirler mi?
puslu gecelerin soğuk koynunda
Anna Ahmatova
Nikolay Gumilyev’in söyledikleri
rüzgâr mı alay ediyor açık pencereyle
bu çarpan ne Anna, dikkatim dağılıyor
yitiriyorum sözcükleri, masanın üstünden
kâğıtlar, kâğıtlar kayıp gidiyor yere
ah, bir daha göremem Anna,
çiçeklenen kiraz ağaçlarını, uçarcasına
giden rüzgârı. yalnızca acı verdim sana,
yalnızca hüzün her uykudan uyandığında
birazdan beni almaya gelirler Anna
dolambaçlı değil idamın yolu
çıt diye kırarlar insanın boynunu
bir sabah çıplak bir avluda
bir daha baharı göremem Anna
yüzünde çillenen kırağıyı
gülleri, gülleri kırmızı sarı siyah..
benim için kaygılanma sevgili Anna
bir daha dönemem zalim aylara
Rene’ Char
suya inişini gördüm bir ağacın,
mahzun bakışını bir geyiğin. ah,
nasıl da sekiyordu taştan taşa
gölgeleri çoğala çoğala
sonra beyaz bir at gördüm
düş kuran ırmağın orada
tanıklık ediyordu bir dizi serçe
ağaçlı yoldan gelen Rene’ Char’a
şafak söküyordu bir horozun ağzında
bir balık sırtında zebra
suya dalıyordu. dağlarda, yaz
doruklarında direnişçiler ve Rene’
ah, Rene’ Char, ak buğday tanesi,
dupduru bir orman şiiri
kazanılmış sözcüklerle yazıyordu
nisan yaprağına atı ve geyiği
Sergey Yesenin
o çalıkuşu değil mi öten çitlerin üstünde
inekler horozlar tavuskuşları
yol gösteriyorlar sana Sergey
iyileştiriyor ruhunu alçakgönüllü doğa
kabuğunu çatlatıyor nisan, tarlalar
üstünde yine kuğular uçuyor,
otlar büyüyor Sergey, oturup okuyorum
kanınla yazdığın dizeleri
göz kırpıyor kaygılı yıllar Sergey.
alnında rüzgârın kırışığı. kır havası
iyi gelir diyorlar sayrılığına
orman, o mağrur deniz sonra
var yine yüreğinde bir uçurum,
bir menekşeyi koklamak da vardır ya
ah Sergey, serseri delikanlım benim,
seçimin oluyor intihar çiçekleri
Aragon ile Elsa
Paris sokaklarında pırıl pırıl bir yağmur,
oradan oraya sürükleniyor yapraklar,
kuşlar saçak altlarına sığınıyor.
kahvede
camın ardında bir çift göz
çiçek satıcısının çiçeklerine bakıyor
birdenbire açılan rengarenk şemsiyelere
Paris’in düşüşünü unutmuyor hiçbir zaman
direnmenin çoklu günlerini
gözleri parlıyor Elsa’nınki gibi
kapıdan içeri girince beklediği
Paris bu yağmurlu günde daha da güzel
eğilip bakıyor gözlerine Elsa’nın
yüreği aşk bozgunuyla yıkık
kaygılı, tedirgin düşünceler içinde
Paris’in bu yağmurlu gününde
ikiye bölüyor bir damlayı
güzel havalar için bir yarısı
öbür yarısı derin gözleri için Elsa’nın
Paul Celan
yiten bir iğne değil Celan
acılarla dolu kabukları dünyanın
bir ay çıkar, tazelenir kavaklar,
güller, taşlar, kocaman kırmızı geceler
ay ışığı tanıklık eder aklaşan saçlara
katı sert buzlara, parmaklıklara,
değil, katiyen rüya değil
onca çileden sonra özgürlüğün
ölüm, parlaklığını yitiren yıldız değil mi Celan?
dirim, taşırız onu kuğu sürülerinin peşi sıra
şafak sökerken nehrin üstünden
uzaktan bakarsın kendine
gece gündüz Seine nehrinden sorulur
kasırgadan, taşlardan, kül olan
saçlardan, yüzyılın zalim aylarında
kim söyler senin kırağılı türkünü Celan?
Konstantinos Kavafis
yitip giden ne İskenderiye’de Kavafis
gençliğin mi, hüzünler mi, ah, ah,
balkonları çiçekli evler mi, güller mi?
değişen ne kentin sokaklarında?
bir İstanbul-Antakya dönüşünde
dolaştığın sokaklarda serçeler miydi
şaşırtan yolunu? bir geyik miydi
eşiksiz göllerden gelip düşen sokaklara
başka kentler mi başını döndürdü Kavafis?
ah, İskenderiye, derine gömülü gençliğin
geçer mi yine güngörmüş bir sokaktan
çiçeklerle, başında gençlik havası
gece fenerleri, yıldızlar, ışıkların demeti,
sonra doyumsuz coşkusu sevişmelerin,
bir zamanlar varlığında heyecan yaratan
ne varsa, yalın, içten şiirlerinde şimdi
Federico Garcia Lorca
Federico, var mıydı garip kuş Huma
ırmağı dolanıp gelen bir balığın sırtında
Granada yolunda var mıydı
sabahı uyandıran horozlar,
heybende ay, cebinde yıldızlar
ah, gitti gider delik deşik gövden
bir ağaçla yürür birlikte yürür denize
sonsuza yürür zeytin, portakal çiçeği,
Granada yolunda Granada yolunda
ah, sümbüller varır sonunda ırmağa
atın ovadan geçip Granada’ya
kılıçtan bir güneş fışkırır
güllerin içinden
ah Federico, var mıydı gümüş bir heybende,
olgun başaklar, zeytinler
yolunun üzerinde, ülkende
var mıydı sevdiğin bir çingene
Saint-John Perse
ben nasıl kör oldum. ben nasıl
görmedim develerin çöküşünü. ölü
otları, rüzgârın keskin kılıcını . doğuda
Ahmed-i Hâni okunduğunu evlerde.
dualar ve sirke kokusunun iyi
geldiğini sayrılara. geç öğrendim.
toprak evlerin damlarında güvercinler
ölçüyorlar göğün ölü sessizliğini
ben nasıl görmedim testilerin iç çekişini
koca ovada toprağın yemişlerini
diz çöken dut ağaçlarını, denizi
küçük büyük balığıyla yalpa vuran
kıyılara
ben nasıl kör oldum seklavi atın,
közün, kıvılcımın, ateşin ve buzun
koşuşunu görmedim doğuda,
otun uçuşunu uçurumdan, bağları,
bağlılığı güle ota ırmağa denize
Saint-John Pers’de
Fernando Pessoa
sayısız yıldız var Lizbon göğünde,
Fernando, ah, uçup giden ne elinden?
gençliğin mi, sevgilin mi?
yaşadın mı bütün hüzünleri, yenilgileri?
bir şahmeran öyküsü değil öykün,
Fernando, ah, ah dünya tenhalığı,
attığın, yalnızlığın biçtiği birkaç adım,
yaz yağmurunda güllerin yazı
bir geyiğin öyküsü değil öykün,
kör avcının vurduğu sessizliğin öyküsü.
hadi durma güller güller götür
Ophelia’ya, bir akşam iş dönüşü
hadi yalnızlıklardan anıt yap
huzursuzluklardan gece, hızını yaz
yirminci yüzyılın, gördün her şeyi,
yaşlandın bir kumaş mağazasında
Oktay Rifat
Odisseus Elitis
Jorge Luis Borges
sonsuzluğa düşen ışık sararmış yaprakların da
üzerinde, sürükleniyor yürüdüğün sokakta
ah yeryüzü, yeni bahanelerle kuruluyor yeniden
keşfediyorsun serçeyi, sessizliği, sertliği
taşın sertliği değil zamanın sertliği Borges,
takımyıldızlarını, ayı, güneşi, koca evreni
geçip kalıyorsun bir şimşeğin izinde
pek belirginleşmeyen gölgenle
çöl içimizde Borges, arama başka yerde.
ölü yaprak, kırık gölge, tüten buğu,
Lokman’ın ele geçmez ölümsüzlük otu,
geçtik hepsinin içinden Borges, gidiyoruz
gidiyoruz bir küheylanın terkisinde
gümüş bir ay altında Kenan iline
aşk da bizimle özlem de
Adonis
gece ey, Adonis, gece Arap gece İbrani
Şam’da kırmızı bir şal gece
kımıldıyor parlayarak ay
otel odasının daracık penceresinde
çarşıdan, bedestenlerden yeni döndüm
hançerler aldım gümüş saplı, işlemeli
tütün keseleri, yüzükler, tespihler ey,
ey dedim kederden boğulan gençliğime
ay kara gece, ey göğsüme çarpan Feyruz’un sesi,
ey ufku değiştiren ot, ey dedim
ne zaman huzur bulacak Arap halkı?
sordum bunu İstanbul’lu bir Yahudi’ye
büyüyor boğazımda kuşların çığlığı
ey Şam, ey Adonis, sessiz sedasız
döndüm güllerin güllerin kentine
adımlarım boşluğa atılan ceset
gözlerim Fırat’ın yorgun uykusu
Arthur Rimbaud
parkın köşesine geldiğimde leylak sesi,
gül sesi karışıyor denizin sesine
bir kuş kanadının pır sesi. nereye?
yükseliyor göğün mavisine
yaşamak bir sicim boyu Arthur,
pars yırtıcılığında, karaca sekişinde.
kocaman yapılar arasından görünüyor
gök ve deniz. sonra leylak sesi
uçuyor göğün mavisine
yüreğin orgu uçuyor bir yitirip
bir bulduğum göğün maviliği üzerinde.
öyle çılgın öyle horozsuz bir gün,
Rimbaud okuyorum bir kanepede
ey günümü şölene çeviren şair, ey
büyülü kâhin! dolaştın bir zaman yüreğin
delik deşik Paris’in zarif sokaklarında.
üzüntülü ve gök gibi gergin. şimdi
adımlarını izliyor binlerce gölge
Cemal Süreya
tılsımlı bir söz seninki Cemal Abi
Mezopotamya’yı dolanıp gelmiş sıcak
kullanılmamış bir gök altında
emziren ölü doğmuş çocukları
bir çiçek, söze atılmış düğüm, ayağı
burkulmuş bir at, arasta serinliği,
sayrıları iyileştiren buğulu söz seninki
durmadan kanayan Cemal Abi
darağacında Pir Sultan perçemi,
çapaçul tarih, Frikya buğdayı, geçilir
bir yoldur toprakçıl şiirin Cemal Abi
bütün kök bitkiler onu sevdi
boğazımda düğümlü lokma, Harputlu
bir türkü, zeytin ve nar çiçeği,
Karacaoğlan Türkçesi şiirin Cemal Abi,
bütün çiçekçi kızlar onu sevdi
Sezai Karakoç
gül mevsimidir gülle başlayalım usta
Endülüs uygarlığına, sarnıçlara, surlara,
gül koksun Şeyh Galib’in tespihi,
yoksulun ekmeği, hüzün eşikleri
yıldızlar ey, şimşeğin tutkusu, ölü kuşlar,
ruhumun engebelerini aşacak kadar
kanımdaydı usta. ölüm geldi
dört yanımı sardı usta
benden sonra da açar güller, ay
vurur sarnıçlara, bağlar ışır.
incir kuşları uçar,
okunur yüzyıllar geçse de Monna Rosa
ey orucunu açan ağaç, ey buğday
saklı ova, geldim işte binlerce
yıllık atlarla, yaban söz çekerek
yüreğimde onmaz bir sızıyla
ey nar çiçeği, ey sağaltılmış şerbet
sunsunlar öldüğümde kâse kâse
gül koksun fenalıklar, ölü yıldızlar,
yanayım yine başkasının ateşiyle!
Walter Benjamin
bir kış gecesi puslu pencere camından
bakarak düşündüm trajedini Benjamin
ey Paris sürgünü, ey intihar güzü,
rüzgâr yeleli bir at gibi geçen yıllar
mutluluk isteğini yasa boğdu
ah, Paris’in pasajları, ah çocukluğunun Berlin’i,
gittiğin yerler, döndüğün şehir, ürperen ten,
korku, baskı, zulüm. gördün yine de
ışıklarla donatılmış ağacı Paris’te
ah Benjamin, ikiz kardeşim benim
yan yana geliyoruz intihar boşluğunda
apartman mı olur balkon mu yoksa
ah işte yitip gidiyor kanatlarımız
ah Benjamin, nisan yaprağı değecek pencereme
kirazlar olgunlaşacak yaz gelince bahçemde
ben yine Pasajlar’ı okuyacağım dipte
kabuğundan soyunurken eski dünya
Matsuo Başo
dediler Başo geçmiş bu patika yoldan
fısıldayarak çimenlere, parlak tüylü çiçeklere
yaşama hevesini
dediler Başo toplayarak başına öğrencilerini
kırağıyı konuşmuş bahar sabahında
yaprağa düşen
bir gün dediler ki haiku ustası Edo’ya göçmüş
yağmurkuşu da peşi sıra
gittiği yoldan
ne derlerse desinler yine güz gelmiş
gecesi gündüzüyle
Başo’nun şiirlerine
dediler Başo ‘böylesi daha güzel’ demiş
taşın içinden geçen rüzgâra
güz gecesi
Rainer Maria Rilke
ağaçlar testiler yıldızlar kuşlar
uzak değil, bir güz boyu yanında
denizin sakladığı kabuklar kaldı
ses alıp veren içerde
giyindin güzü, deniz kıyısında fırtına,
ne gariptir başı boş sesler doldu
içine, çevirdin yüzünü denizin uğultusuna,
çözüldü fırtına bir ânda
göller, kuğular, kanadı kırık ağaçlar,
kim nerede mutlu olmuş ki?
karşı karşıyayızdır Pars’la hep
bunun yok başka ötesi
incir ağacı! geç kalmayalım ona Rilke
uyanıp giyinmiştir sabahı
uzak bahçeler çağırıyordur belki
bastırmak için boş gürültüleri
kuğuları görseydin doğrulanırdı kalbin
yadırgamazdın dünyanın sessizliğini
fısıldayarak konuşmandan belli
ruhunun duruluğu, arılığı Rilke
Attila Jozsef
ey işçi saatleri, ey yoksul mahalleler!
kılıç gibi soğuklarda annen,
yüksünmedi çamaşıra gitmekten.
bir kez olsun eksiltmedi sevgisini.
annen ki iyilik ve incelikti Attila
Macar toprağının olgun başakları ey!
işçiler, kardeşlerim, yağmur altında
özgürlüğe yürüyenler ey!
ey Mayıs havası, ey sarı çiğdem,
yine bahar geldi. Macar toprağından
tütüyor buğu. benim içimi dolduruyor
ölümünün korkunç hüznü
ah Attila, kim intihar etti seni?
Macar toprağında yine mi keder?
indirin bayrakları, sancakları indirin!
ağla Flora ağla!
Vladimir Mayakovski
hadi sür çınlayan dizelerini burjuvazinin üzerine,
döv kalabalıkların ayaklarıyla alanları.
sonbahar yapraklarının ezilirken çıkardığı sesi
kat bağıra çağıra kısılan sesine
hadi koş bir kuşun ardından.
serseri ruhun sakınmaz sözü
fırlatır devrimin düşmanlarının yüzüne,
gerek yok şiirlerinde oyuna
demirden dizelerinin hızı terzilerde yok
bir şamar gibi iner yağ tulumu burjuvaziye.
ah Lili Brik, bir o yıkar delikanlı onurunu
bayatlamış aşkları siler süpürür
nasıl unutur insan gökyüzünün maviliğini,
tek başına nasıl gidilir ölüme Vladimir?
öyle derin, öyle sarsıcı ki ölümün
umutsuz kapıyı rüzgâr çalar
Oktavio Paz
ah! yenilgi yılları İspanya’da
gecenin saf yalnızlığı mı, kör ışığı mı?
tozlanıyor gözkapakları Cumhuriyetçilerin
Madrit düşerken çekiç sesleri arasında
iniyor faşizmin kılıcı sessizce
ah o parlak yıldızlı Hindistan göğü
de gidermiyor yalnızlığını Oktavio
ay ışığı solarken yaprakların üstünde
horoz sesleriyle doğrulanmıyor kalbin
ah! Oktavio, yalnızlık bölük bölük
bölüyor insanı, hangi balkona çıksan
uçurum. koyu gecenin çiçekleri
uçup gidiyor denize
ay ışığından bir yüzük yaptım Oktavio,
yalnızlığına dönüp bakacağın ayna,
anımsatır belki sana yenilgi yıllarını,
anılarını, incir ağaçlarını, koyakları,
güneşli bir günün sabahında
Melih Cevdet Anday
atı göğe bağlamış Köroğlu
Karacaoğlan fırlatmış savatlı Türkçeyi
sümbüller içinden akan ırmağa
saklamış en diri sözcükleri bir zülfü dolaşığa
bir sabah yola çıktıktı Toroslardan
cebimizde otuz kuş öyküsü
torbamızda azık yerine Melih
Cevdet Anday’ın bütün şiirleri
yaprağın tozu, yolun ışıltısı, ayva
kokusu, yıldızlar ve ülker solmuştu,
şarap gibi denizde yürüdüktü
başımızın üstünde fır dönen bir martı
biz bu yüzyılı daha önce yaşadıktı,
sarptı yolu, oyaladı taşlar, otlar,
saman yoluna baka baka yattıktı,
deniz kıyısında doludizgindi atlar
Behçet Necatigil
ben gülleri Necatigil için almıştım
caddenin en kalabalık saatinde
sümbüllerin, kırmızı karanfillerin saatinde
bir ay damlarken derin kalmıştım
ah, pazar filesi elinde, sönen sigarası
dudaklarının arasında, sokaktır, evdir
git gel Pars ensesinde -
öyle kalmış görüntüsü aklımda
ben gülleri zifoslardan kurtarmıştım
gelir geçer yazlardan, yağmurlardan
çamurlardan kaçırmıştım, asfaltlardan sonra –
dokunsam sencileyin solar mı usta
hikmet burcunda, gül götür dediler
nergisleri kim getirdi bilmiyorum
görgüsüz bir ay çıkmıştı parlatan
kapı önüne dizilmiş ayakkabıları
Yorgo Seferis
kayanın
üzerinden denize bakıyor balıkçı
Yorgo
Seferis’ten şiirler okumuş, sarnıca
düşen
ayı görmüş, gümüş paralar
gibi
parlayan barbar ayı
şimdi
deniz
kabukları toplayan Yorgo’yu düşünüyor
adada,
imbatı alıp arkasına
ufacık
tefecik bir adam o
tılsımlı
deniz feneri az ilerde
göz
kırpıyor kuzeyden güneye
deniz,
Seferis’in denizi şarap rengi,
gece,
ah gece inerken deniz kıyısına
birleşip
balıkçının elleri oluyor
baş
döndürücü bir hızla
toprak
bir testiye dokunuyor
suyla
dolu. derinlerde kalıyor ruhu
batık
bir geminin içinde
kolları
omuzları gemi direkleri
Guillaume
Apollinaire
aramadın
başka gök Apollinaire
Paris’te,
her sabah bakmışsın
değişmiş
pencerelerden gördüğün
gökyüzü.
sevdin hep beyazlar giymiş
sokakları.
ey ezberinde olan sokaklar,
ey
karşılıksız verilmiş çiçekler!
ey
demekten usandı mı Apollinaire?
yazık,
unutulmuş eski kışlar
bol
yağmurlar yağardı çinko damlara
yağmurun
müziği açılırdı
bir
şemsiye gibi Adana sokaklarına
kıvrılıp
oturmuş bir köpeğe baka baka
geçen
benim taş köprüden
eskiden
sevdalı kadınlar geçerdi
hüzün
yüklü bulutlardı onlar
kübik
bakışlı ve kibirliydiler
ey
apartmanlar arasından payıma
düşen
gökyüzü, ey peşi sıra koştuğum
kuşlar.
sürüyor işte dünya konukluğum
okuyarak
‘bir aşk kırgınının şarkısı’nı
Pablo Neruda
Şili’de
berberlere sordum adını
sayrılarevinde
hemşirelere, patlak
gözlü
sokak çocuklarına Pablo,
yoruldum
serüvenini öğrenmekten
bahar
ayları zalim, çılgın gülleri,
unutuşla
bezeli günleri geçtim.
bir
makasla kestim denizi.
duydunuz
mu Pablo öldü dediler,
koca
gövdeli sürgün, bungun ağaç.
yanık
bir ot oldum tepelerde,
sokaklarda
ipsiz serseri, denizi
çağırdım
yanı başına, sessizce kalan
şiirler
yazdığı yaşlı kadınları,
geldiler
ah
Pablo, Şili’nin derin sesi,
iyi
kumaşın çıkardığı ses,
berberlerin
makas sesi,
zambakların
kesik sesi,
sustu
dediler. öyle yalın,
öyle
saydam, öyle berrak
ve
öyle çoğuz ki şimdi
Aristoteles
toprağa
düşen ilk yağmur damlası o
bir
deha derinliği, saf, benzersiz
pırıl
pırıl nar ağacı
rüzgâra
karşı duran
kolunu
uzatıyor uykulu ağaca
handiyse
köklü bir anlatı
ağacın
sözleri, derin bir
başyapıt
tazeliğini koruyan
ah,
Aristoteles, asma altında
temize
çekiyor düşüncelerini
yaz
erkenden varırken uzaklara
dolduruyor
havayı ağustosböceklerinin sesleri
kuş
ağaç bulut taş gül
nasıl
bir yanıt kim bilir
çocuksu
dehasına, nasıl bir ıssızlığın
içine
düşüyor öncesi yok
uzaklara,
uzaklara bakarken bir köpek
Şeyh Galib
ah
şeyhim! su güzelliği midir bu,
suyun
kederi ben miyim?
içimde
bitkiler büyüyor, otlar,
rüzgârda
savrulan buğday tanesi miyim?
ah
kıymetlim, şeyhim, gözbebeğim,
ben
Mansur oldum ateşi yakan,
buldum
varlığın cevherini, insandı
tekerleği
döndüren ipeği dokuyan
ah
efendim, insandır kutlu olan,
ormanların
yaprağı, suyun ölçüsü,
hayvanların
gece parıltısı
ya
dağ köylerinde develeri ıhtırmışlar
şeyhim,
ya kentlerde insanları
bu
mudur yeryüzünün onuru –
içimde
görünmeyen kavaklar ürperir
yok
bende kuruntudan eser şeyhim,
taştan
taşa geçen sesim
Yannis Ritsos
kimse
çiğnenmiş otun yasını tutmuyor
yağmurda
kalan onurun
paçavralar
içinde özgürlük
parmaklıklar
soğuk, soluyor dışarıda
otların
gölgeleri [ ki binicileri bağlamış
zeytin
ağaçlarına], göğün davulları
uğultular
içinde zamansızlığı çalıyor
kimse
anlamıyor atların kişnemelerini
göğü
yırtan kuşları ürküten
güneş
şafağa damlıyor, bir adam
dayanmış
duvara sigara içiyor,
yavaş
yavaş adada gün ışıyor
ah,
adalar sürgünlüğünün yurdu ,
dağ
keçileri, inekler, tavuskuşları –
köylüler
taze yumurta getirmiş pazara,
otlu
peynir, zeytin, tereyağı,
katırlarının
yükü bol güneş
ah,
Yannis, yanı başında ölenler
acı
kökü değil miydi Yunan toprağının?
baş
eğmediler ne ölenler ne yaşlı
kadınlar
zalime, o koyu sessizlikte
güneşin
şalı acıları örtüyor
Bertolt Brecht
örtün
bütün izlerini B.B. çalışıyor
masasını
kalemini kâğıtlarını
gizleyin,
çalışıyor çatı katında
göller
taşlar yoksullar söylemedi mi
horozların
eskisi gibi ötmediğini
kulak
verin katı gökte sessizliğe
suların
yer değiştirmesine bakın
Bertolt
Brecht çalışıyor, kaçıp
gelen
soğuğa karşın hep, ona
bir
eldiven, birkaç çorap, bir palto
alın,
ısıtsın sözcüklerini
bulutlar
geçerken pencereden
bir
yaban güvercini konuyor
Viltava
sessizce akıyor
üşüyen
parmaklarından
fırdöndü
bir rüzgârın dostluğu mu olur
deniz
kıyısında uçuruyor şapkamı.
Orhan’ın
rengi külrengi, Melih oğlunu da
getirmiş.
kum deniz rüzgâr
“eksildik”
diyorum “biz eksildikçe
kar
yağıyor tepelere”
deniz
kabukları topluyor güneş,
yaşlı
denizin sakladığı ne,
neden
açılıp kapanıyor deniz kabuğu
akıl
sır erdiremiyor Orhan
yaz
sokuluyor Melih’in kırçıl bıyığına
“eksildik
ama” diyor “kar gibi
saatlerce
yağdık Türkçeye”
bakıp
duruyorum kum dolan şapkama
rüzgârdı
şapkaydı kumdu, uzaktan
uzağa
konuşmalardı eksiliyor
uzaklaşıyor
Samih ile babasının
kemikli
gölgeleri
bütün
ağaçlar uykuya dalıyor
gece
serin, adalar denizi ürpertili
karşı
yaka zeytinlik, biz uzun
uzun
bakıyoruz değişen denize
sabah
yavaş yavaş nar çiçeği giyiniyor
biz
yola çıkarken koya doğru
pırıl
pırıl yıkanmış tekneler bekliyor
tutuşan
güneşi kıyıda
çelimsiz
ayaklarıyla çıkıyor akrep
taşın
altından. zambakların parıltısı
canlandırıyor
kuru dalları –
çocuklar
yalınayak denize koşuyor
deniz
bizim yazgımız, balıkçı doğduk,
güneş,
limon ağaçları, ışığın iyiliği
bize
yetiyor kayalardan esen rüzgâr
bakışlarımızda
güvercin aklığı var
Turgut Uyar
ama
ben büyüyüp giderim nehir boyunca
çavdarlar
büyür tarlalarda
aşkımız
ellerimiz sakallarımız
bir
kamış büyür burada denize karşı
kökü
kalır gelecek yıla
varlığımızın
işaretidir belki
nasıl
söylenir işte öyle
güneşin
sıvası dökülür gün pörsür
takıntısı
olan şarap içmeye gider
ben
kalırım kutlu günlere
ama
işte gökyüzünün maviliği yürürlüktedir
acı
yürürlüktedir dünyada
gülün
dikeni yürürlüktedir
nereye
gidersen git incinirsin
sığırcıklar
sular atlar olur
büyük
avlular kuyular dut ağaçları
çağırır
giderim büyüyüp ikindilere
ben
kalırım büyür gider şiiri
bir
aklık olur Akdenize
Furuğ Ferruhzad
ikindi
yelidir kovalayan Furuğ’u
bir
fıskiyenin ayakları yürüyüşü
uçuyor
başından başörtüsü
fiskoslara
aldırmadan kederlere yürüyor
dağıtmak
için ülkesinin kör, sağır havasını,
yürüyor
yara bere içinde yumuşacık yüreği
ah
Furuğ, güneşin lekeleyemediği cadı,
bir
kazaydın kendine
bir
geyiğin ölümü gibi oluyor
ölümün
de
zamanın
geçtiğini gölgelerden anlıyorum
sabırlı
ince zarif ânlar
Furuğ
okurken bir elmayı kokluyorum,
çocukluk
işte o geniş bahçe
Theo Angelopoulos
Theo
Angelopoulos öldü sıradan bir ölümle
sonsuzluğa
giderken kanatları
insanın
trajiğiyle dopdolu kalbi
durdu
bir
otobüsün umutsuzca şehri dolaşması,
puslu
direkler, sis içinde dünya…
varoluşun
kıyısında gezdiriyordu beni
yalın
sineması
Theo
Angelopoulos öldü saçma bir ölümle
içimdeki
patlama durdu, hayal kırıklıkları,
hüzünler
sis içinde kaldı hep
[nasıl
kederli olabilirim bundan daha fazla]
bir
ot buzun altından başını doğrulttu,
turaçlar
göründü Toroslar’da,
Akdeniz’e
ünledim olanca sesimle:
Theo
Angelopoulos öldü sıradan bir ölümle
Puşkin
Petersburg
kışları Puşkin
üşütüyor
kanatlarını, sözcüklerin uçuyor
sessizce
yağan kar gibi
kentin
sokaklarına
dibinde
yaşıyorsun uçurumun,
Kafkasya’da
geyikler inerken köpüren
sulara
doğasın sen, ellerin ayakların
çiçek
açmış bir ağaç
kar
kar kar yağıyor ısrarla
hey
delikanlım, kurt sürüleri iniyor
ovaya,
her yerde don var,
yüreğin
don, dilin şimşek izi, uçuyorsun
hey
fırtınalı ruh, kar uçuruyor
troykanı,
uğulduyor doğa özgür benliğinde,
yenilmiyorsun
işte
kış
ortasında kar inceliklerine
Stephane Mallarme’
küçücük
bir kuş buldum otlar arasında
uçamıyor
daha, taptaze tüyleri
yaz
günü şaşırdım ne yapacağımı-
dağ
yolunda bir kuşum var benim
rüzgâra
gömülü dağ yoluna yetişmek
gibi
bir şey sisli sözcüklerle boğuşmak,
ey
Mallarme’, bilinmeyene uzanan bıçak,
yolum
kuşlardan örülü bir orman
tutundum
sözcüklerin saf parıltısına
gölü
değil önce kuğuyu gördüm,
işte
aydınlık bir kuğu boynu,
işte
göz kamaştıran yalnız kamış
işte
göl! dedim, işte yaz gülleri
beni
kim sandınız? sessizce türküsünü
söyleyen
bir ağaç, bin kılıklı hayalet,
ölümü
sorgulayan sekili at
Rafael Alberti
Rafael,
senin mi bu dizemli ses,
aşıp
geliyor sürgünden dörtnala,
dörtnala
İspanya toprağına
buğdaylar
arasından geçiyor
yalınayak
söz. gizemli bir at [huysuz
bir
o kadar da] gezdiriyor onu
keyfini
sürerek dörtnala
kuşotu
ışıyor dörtnala giden ata
köpüren
sular oluyor ne gece
ne
gündüz demeden, dörtnala
bir
salyangoz denize doğru koşuyor
ah
Rafael, kim karartıyor şafağı
kim
denizi kapatıyor ülkende
kim
sütunları göz göz oyuyor
kim
çalıyor çocukların gülüşlerini
ah
Rafael
rüzgâra
gömülü sesin ki dörtnala
dörtnala
dolaşıyor Madrit’i hâlâ
kenarda
yaşayanlar arasında
sekreter
kızlar, denizciler arasında
Özdemir İnce
yel
değil miydi turaçları kovalayan
Fındık
Pınarı’nda yel cini miydi yoksa
bir
at arabası dolu portakal
kokusunu
gezdiriyor dağ köylerinde
“gölgelerimiz
Toroslar’da kaldı Doğan”
diyorsun,
kuş üzümü atıştırarak,
“bir
ayağımız dağ bir ayağımız deniz”
“yaza
ne kaldı şunun şurasında?”
çarşılar
baharat kokuyor yine,
develer
geçmiyor artık, kırlangıçlar
sürüler
halinde uçmuyor caddelerde
[eskiden
Mersin böyle değildi]
“bakmayın
bilge sözler ettiğime”
diyorsun,
“körüm ben görsel çağda”
“zaman
benden önce gidiyor”
“bozuk
paralar bırakarak dağ gözelerine”
“ellerim
mi gözlerim mi çiçek oluyor”
“Gözne
yolunda birdenbire”
Andre’ Breton
tütün
de satılan dükkânın önünden gördüm,
faytonlar
ve develer göğe yükseliyordu,
opera
binasının esrik hâli beni şaşırttı,
denize
çarpa çarpa bir Arap dansçı gibi
devinimler
yapıyordu. ben esrik değildim,
Toroslar’dan
gelmiştim otuz kuşun eşliğinde,
yollarda
öldürülen gencecik çocukların
dağ
yası içindeydim. heybemde azık yerine
koskoca
deniz
akşama
doğru tütün de satılan dükkânın
önünden
ayrıldım. kendimi kazara dünyaya
gelmiş
biri gibi hissettim. deniz kenarında
oturup
bir kanepeye Breton okudum,
leyleklerin
uzun bacaklarını düşündüm,
tefeci
Yahudi’lerin büyük tedirginliklerini,
kanatlarımı
açtım denize doğru yükseldim,
ağzımda
adı bilinmeyen bir çiçek,
uzak
kıyıların çağrısına uydum,
kabuğumu
parçalayıp boşluğa bıraktım
Attar
otları
bitkileri kuşları diyor bir ses
Attar’dan
sor, Hüthüt’ü, Simurg’u,
ben
de uğruyorum aktar dükkânına
kuşburnu
havlıcan karanfil alıyorum
güle
sor yakıcı eczayı, Moğol
yağmasını,
Attar’ın öldürülüşünü
sonsuzluk
urbası biçerken insana;
büyük
bir sudur o dünyayı dolaşan
ben
de gidiyorum otuz kuşun peşi sıra
bir
yol açıp Mersin’den Nişabur’a,
bir
yol açıp sevgililere,
yol
aldıkça görünmeyeni görüyorum
bir
ses bölüyor boydan boya geceyi
ah
Attar’ın sesi bu çiçeklere çalışan
kuşları
geçiriyor yedi engelden
görmeleri
için kendilerindeki cevheri
Li Po
onu
tanıdığımda şiirler söylüyordu
nehre
düşen şeftali çiçeğine,
sisli
güne, çiye, yaban kazlarına,
suya
düşen ayın parlaklığına
sarhoş
bir rüzgârla da söyleşiyordu
dağ
bayır demeden dolaşırken Çin’i
karmaşık
düşünceler içindeydi
onu
tanıdığımda rüzgârı uğurluyordu
otlar
toplamıştı nehir kıyısından
oturup
söyleştik çay içtik
çiçek
yüklü bir geceydi
ağustosböceklerinin
ezgisini dinledik
ne
zaman rüzgârın hışırtısını duysam,
Li
Po geliyor aklıma, sandalda,
görüntüsü
suya düşen ayı
kucaklamak
isterken boğuluşu
Georg Trakl
yalnız
sana özgü değil camdan bakmak
yağmur
yağarken uzaklara
akıp
giden bir nehre
darmadağınık
bakışlara
gün
seninle gider üşüyen avuçlarla
eşiğin
cini ruhunu allak bullak eder
bir
kaplumbağa sisli havaya çıkar
çıkarırlar
seni de hastane bahçesine
ey
hüzünle kamaşan yalnızlık
derindir
incelen benliğinde akşam
sana
özgüdür hiçliğin hizasında durmak
intihar
öncesi intihar sonrası
yağmura
tutulmuş bir kuş telde
uçmayı
bekleyen sessizlikte
baktın
ve gördün
senden
gider onarılmaz ruh
ormanın
ağacın kuşun ötesine
T.S.Eliot
kocaman
bitki örtüsü de dindirmedi sıkıntımı. suyu çarpa
çarpa
yüzümü yıkadım. ah, deniz, kıyıdan uzaklaşan deniz.
konuş
benimle. sis bastı ortalığı, nedir bu kuşların şamataları?
‘rüzgârı
kovalıyorlar’.
ama bu sesler çılgına çeviriyor beni.
madam
Silva olsa ‘mandalin likörü iç, sakinleşirsin’ derdi.
ah,
gürültücü kuşlar! sahili boydan boya geçiyorlar. güneşli
bir
gün. madam Silva olsa ‘Eliot, bu sessiz
kalabalıklar yaralıyor
seni, kuşlar değil’
derdi.
kuşlar,
baloncular, kâğıt helvacılar, ama gidermiyor iç sıkıntımı.
geri
çekilen deniz, kanapede uyuklayan ihtiyar, fısıl fısıl rüzgâr.
şimdi
düşünüyorum da çilek mandalin limon kızılcık kavun
likörü
yapardı madam Silva. ah, burada olsa ‘varlığın
da azap
kendine’ derdi. biliyorum,
bütün eşikleri geçtim, eczacılar
tanıyorlar
beni.
insan
adalar denizine gitmeli dağıldığı günlerde
Ehmedê Xanî
köpekler
uyuklayan rüzgârı uyandırdı. çocuklar köyün
meydanına
koştular, çeşmenin etrafında buluştular.
yazması
rüzgârda uçan bir kadın meydanı geçti. bir kuş
çitin
üzerinden uçacağı yere baktı. Ehmedê Xanî evinden
çıktı,
bozulmamış Kürtçesiyle çocuklara seslendi: ‘sessiz
olun, geyikler
inmeyebilir dağlardan! size Mem û Zin’i anlatayım.’
sesinde
varoluşun sadeliği vardı, parıltılı, inanılmaz.
kirpikleri
upuzun bir çocuktum çayırlarla büyüyen. öykünün
hep
ötesini merak ettim. köpeklerin uyandırdığı rüzgârla
koştum.
samanyolunun yanında uyandım, yıldızları saydım
toprak
damda. köpekler hep havladı heceleyerek taşları.
Ehmedê Xanî, baktım, büyülü sözcüklerle konuşuyordu.
Elmanın
sesiydi sesi ve genişti. sanki duyulmayanı dinledikçe
ilkyaza
giriyorduk. doğunun da doğusunda çocuklardık,
nehirle,
kuşla, ağaçla yürüyen. Kürtçenin parıltılı iziydik,
denize
indik.
keder
damladı her sözcüğümüzden
Yves Bonnefoy
topraktı
havaydı suydu hakikat yolunda eşiğinden geçtiğin.
lekelenmişti
gölgelerle gün. tekdüze sesler [eşiğin sesi, yaprakların
hışırtısı]
rüzgârın deviniminden kurtulup sana doğru geliyordu.
zamana
değmeden geçen rüzgâr ah doğumlara ve ölümlere
sessiz
kalıyordu. ölümün sınırı doğudan başlıyordu. elini uzatsan
köyler
kor, uzun uzun baksan tütün saran köylüler duvar
diplerindeydi.
‘bak’ diyordun ‘köpeklerin dalgın bakışları çoğalıyor.
işaretlenmiş
kapılarda çiçekleniyor acı.’
ah,
her yerde körleşme. [kaçınılmaz ölümden önce körleşme bir
kaçış
mı Bonnefoy?]
bir
çiçek patlayıp açarken taşın sevincini görüyordu. örümceğin
gizemli
ağını, akşamsefasının neşesini paylaşıyordu.
derin
bilgi, devrik bir testinin, soğuk suyun ve rüzgârın çarpa
çarpa
kanattığı kapıların. körleşmeye karşı uyanıktı hep.
bir
lamba yakıyordu Bonnefoy. gece uzuyordu.
İlhan Berk
bu
İlhan Berk ışığı bu köşeli ay
bu
kıyısız denizler bu gerinen sabahlar
bu
gitmeler bu bakmalar
eskimez
bir aşk içindi
adı
İlhan Berk olan şiir içindi
bu
ihtiyar ırmak bu rengarenk mızıka
bu
deniz lalesi bu pavurya
bu
çılgın akarsu bu ayrıkotu
birikti
sular oldu yeryüzünü de gökyüzüne de
suya
tuttu dünyanın kirini
kâğıt
gibi yüzü, gün dönümü arkası,
sözü
kuşlara bağladı
işte
elleri beyaz biraz daha beyaz
som
gökyüzünü değiştirmek içindi
dalgın
bir geyiğin peşi sıra gitti
gidişi
bir ormanın iyiliği içindi
kanatları
Türkçenin güzel inceliğiydi
Fazıl Hüsnü
Dağlarca
gözleri
değirmi aydınlık günün
ışığı
kesen çapraz bir ağaç
kol
kanat germiş gölgeye
bütün
sesler kesilmiş çıt yok
koca
ova sonsuz varoluş
boş
vazolar, testiler, kamış sepetler
yan
yana gelir, acıya dolar
nar
ekşisi durgun koyda
tuzun
hikmeti sorulur denizden
balığın yan gidişi, güneşin ağaca çıkışı
sığmaz
evrene söz, bilinir de
Şeyh
Galib’e söz üstüne söz düşürür Dağlarca
gider
taşın içinden bir gölge
uykulu
pencereler aydınlanır
ne
yapsam ayrılamam koca evrenden
bir
parıltıdır tanığım
çocuklar
arta arta büyür, kuşlar uçar
akıldır
ters köşede oturan
aklın
kanatsız bir kuş olduğunu bilir de
yalnız
yürür içindeki boşluğa
Nâzım Hikmet
yıl
1968 aylardan Mayıs. şiirlerini okuyorum tane tane dağılan
yıldızlı
bir gecede. ‘körler onları görmese de
yıldızlar vardır’
diyorsun
rubailerin birinde. ah Nâzım Hikmet, körüm ben.
salyangozlar
iz bırakarak gidiyor asfaltın üstünde. kuşlar
uçuyor
benden habersiz, âsiler yine. hayal değil gerçek uçsuz
bucaksız
evren. bu parıltı, bu alçakgönüllü güneş devam ediyor
doğmaya
doğudan. gün dönümünde günebakanlar hışırdıyor
rüzgârla.
yıl
2012 aylardan Şubat ortası. portakal kabuğu kokuyor ortalık.
bahçedeyim.
ufuklardan ufuklara kolan vuruyor kalbim.
sevda
bahsinde acemiyim. buharlaşan toprağın yağmuru olsam,
toprağa
karışsam, daha ne beklerim?
kirpikleri
yağmur damlası bir sevgilim yok benim. gül alevi terk
etti
beni. uçup gitti gözlerinden hareli gölgeler. artık bir sevgilim
yok
benim
Edmond Jabes
sözcükleri
sessizliğe çağırdı Edmond. ‘özgürlük’ sözcüğü
kanatlanıp
karşı durdu bu isteğe. akarsuya baktım, akarsu
kanatlanıp
akıyordu. ‘Edmond’ dedim ‘Mısır’da böyle mi
akıyor Nil?’ hışırtıyla bir kuş
geçti. güneş mızrağını gölgelere
batırdı,
oynadı. ‘Ah Mısır’ dedi ‘çivi yazısı, mürekkep kokusu
unutturamaz
sütunlar için akan kanı’
otlardaki
hüznü, insanın bütünlüğünü, akarsudaki atları,
insanın
yalnızlığını düşündüm. akarsu aşındırdı bütün
düşüncelerimi.
‘daha uç ne var insandan başka? konuğuz
dünyada, bir gün
akarsu olacağız, baş döndürücü bir hızla
akacağız denize.’
Edmond’un
gizemli sesi duyuldu mu yirminci yüzyılda?
yolda,
akarsuya sorurken yolu, kaynağı gördü insanda.
ondan
dilin imgesi kaldı. seçilmiş bir gölgeydi belki gizlenen,
gözüpek
ve atak. öldüğünde acı çeken akarsuyun günüydü.
Sâdi
“eski
gül bahçeleri yok artık”
dedi
hırkasını düzelten gül hanım
“güller
seralarda”
“ah
çiçek bahçeleri, gül bahçeleri”
“Şiraz’da
rüzgârlı serviler boyunca”
“eskiden
gül dikeniyle sevilirdi”
dedi
buğulu camdan dışarıya bakan
gül
hanım, “katlanılırdı gülün dikenine”
“şimdi
gül yetiştiriliyor”
“sevgililer
gününe seralarda”
“bir
deli vardı bizim sokakta”
dedi
gül hanım perdeyi aralayarak
“cebinde
yüzlerce düğme”
“gül
verirdi genç kızlara”
“gül
kokardı sokak o gelince”
“şimdi
apartmanlar arasında”
“saksılarda
yetişiyor gül”
dedi
gül hanım, sesinde elma tadı,
“ah,
gül, kim bilir hangi sapakta”
“çözülüyor
bağlarından”
Orhan Veli
Orhan
Veli’yi gördüm cebinde şiirler.
yüzü
sanki solgun bir akşamüstü
yağmurluğunun
yakasını kaldırmış,
belli
ki üşüyor
Orhan
Veli ki allı pullu Türkçeyle
temize
çekiyor koca denizi
dedim
ki kendi kendime, İstanbul’un
kuşları
avare, süsenler, erguvanlar üşüyor,
dem
çeken güvercinler dört dönüyor
cami
avlularında
Orhan
Veli, ‘Veli’nin oğlu’
geçiyor
Galata köprüsünden elinde oltası
kuşlara
çınarlara benziyor
güneşin
doğuşunu gören yüzü
Adorno
bu
kadar umutsuz mu yeğ tutulan patikalar, dağlar,
sis
basmış kayalar. Avrupa kördüğüm. Benjamin
Paris
üzerinde huzursuz bir bulut. alınmış elinden
yaşama
nedeni.
ah
Adorno. dağlar ki söyler türküsünü yalçın
tepelerde
uçurumun. bilinmez değil, var olandan
çıkar
mutluluk veren her şey. izin ver anlatayım
dorukları,
şaha kalkmış at görünümlü bulutları.
(yıldızlar
nasıl görünür buradan?)
ah,
ah amansız acımasız inen tırpan. başaklar kan.
‘barbarlıktır’ demiştin ya ‘Auschwitz’den sonra
şiir yazmak’. ah Adorno,
yazılır dağların doruğu
için.
gözüpek direnç için.
izin
ver anlatayım
göçüp
giden güzel insanları
Kobayaşı İssa
ince
uzun bir yolu
gider
bir atlı
terkisinde
yaz güneşi
dereler
kulak verir
dökülen
kuş seslerine
bir
de yaz türküsüne
İssa’dır
giden atlı
tarla
kuşlarını ürküterek
ince
uzun yol boyu
yazı
konuşur kiraz ağacı
sabah
yeliyle
tanığıdır
Kobayaşi İssa
tatlı
bir esinti
yayılır
kiraz çiçeklerinden
iç
çeker ova
Max Jacob
rüzgârda
uçan bir şapka görsem
şapka
şapkadır kareli kasket fötr
gökyüzüne
çalışır hangi yöne gitse
yağmurda
ıslanır güneşte kurulanır
değirmidir
ya da köşeli rüzgârda uçar
komik
durur kiminin başında
kübiktir
göğe erince sahibinin başı
balıkçının
balık kokar şapkası
terzinin
şapkası denizi özler
manastır
beğenisi taşır Max Jacob’unki
Yahudi
olduğu için tutuklanır
sahibiyle
birlikte ölür bir kampta
külleri
savrulur denize, göğe,
yok
olduğunu sanır
rüzgâra
göre konumlanan biri
ölmez
kolay kolay, gül taşır sokaklara,
gül
kokar otobüslerde sesi
gider
kendini yeniler doğan güne karşı
siz
onu bir kedinin başında görürsünüz
şakacıdır
alaycıdır çapkındır
şemsiye
taşır yaz günü
Shakespeare
uyudum
uyandım yıldızlar parlıyor
elma
ağacı ışıklar içinde
soluk
alıp veriyor küçük koru
sokularak
çingene geceye
yaz
gecesi, sümbüller heceliyor
denizi,
duyuyorum fısıltılarını,
pırıl
pırıl bir ses bütün gece
bölüyor
uykumu
ah,
gece, kayaları döven deniz,
sümbüllerin
fısıltıları, peş peşe
gelen
aşk yıkımı uyutmuyor beni.
zalim
bir sevgiliden nasıl korurum kendimi?
bulutsuz
gece, işte bitiyor yaşadığım
yıkım
benim, yeni bir güne
başlamalıyım
Shakespeare’den
dizeler
okuyarak yaz denizine
Ahmet Oktay
kara
güller verdiler bize Ahmet Abi,
acılar
çöktü içimize,
sildik
adımızı, kapandı kapılar,
yine
koşa koşa yetişti insanlar
sabah
yedi otuz vapuruna
poyrazladı
havalar kış geldi yine
tedirgin,
ürkek varoluşun kımıldadı,
pencere
önünde üst üste kitaplar,
uzansan
birine sıkıntın dağılacaktı
ah,
Ahmet Abi, işte burada atı
çatlatan
dünyanın hızı, elimizin
uzandığı
her şey paramparça,
kar
yağıyor yine yoksulluk denizine
çöküyor
oraya buraya hayalet,
başkalarının
ağzında söz paramparça
konuşmak
konuşmak istiyor
yıkımdan,
katı karabasandan
ah,
Ahmet Abi, gördüm dehşeti
başkalarının
gözlerinde, geride kalırken
koca
bir yüzyıl acı çekti
külüm
bile, sordum kendi kendime
‘yıkım
sürüyor, kurtuluş ne zaman?’
Nietzsche
sevinç
dolu sürahiden vazgeçilmez,
kuşların
pencereye konmasından,
asmanın
pencereye tırmanışından,
kanatları
yansa da sevdadan
senin
de kanatların yandı Nietzsche
onulmaz
mağrur düşünceden
verileni
terk ede ede kanattın
büyülü
bir gül bıraktın sevdiklerine
akıl
sahipleri çevirdi dünyayı cehenneme,
ah,
Nietzsche, nereye gittiği belli değil
gökyüzünün,
binicisini terk etmiş
bir
at gibi kişnemekte kötülük
gök
çürüdü, acı çekmeye başladım,
gökyüzünün
köşelerini gösterdiğinde
kül
oldum Nietzsche..
büyülü
bir fener bıraktın sevdiklerine
Karacaoğlan
bu
yıl da konakladım Toroslar’da
bol
ışık, bol yağmur, gelincik ve buğday,
söyle
sazım sarı saçları yüzüne dökülen
o
kızı, çam ormanlarını, kuşları
ben
de bu dünyaya geldim geleli
bir
kız sevdim büyüyüp giden
bu
yılda köyde eğlendim kaldım
tanıdı
hançeri köpekler bile
hızla
geçen yüreğimi
ben
de bu dünyaya geldim geleli
kıstırılmış
kentlerden kaçırdım onu
bir
teker izinde yürüyüp gittik
bir
gölde yeşil başlı ördek olduk
söyle
sazım şimşeğin hızını ışığını
öyle
bir sevdaydı yüzyılı geçen
bir
geyik kara kara bakan
gürül
gürül zülüfleri bir orman
Ülkü Tamer
hançerin
gümüş saplı mıydı?
gagasından
öptüğün kuş serçe miydi?
kasketini
güneşe yıkmış adam Antep’li miydi?
at
yarışlarından dönen çocukluğun muydu?
içine girdin bütün soruların ey doğabilimci!
kırağısı
oldun güzel günlerin
Lorca’nın
atlısı Chaplin’in sineması
başında
bir Akdeniz bulutu
savrularak
gidiyorsun işte, oldun kasırganın
gözdesi.
kırmızıyı andın horoz ibiklerinde,
kanatlanıp
uçtun göğe,
suya
basınca kaynağı kaynakçı
güneşe tuttun Türkçeyi
parlayıp
gitti kuşların tünediği çalılığa
çocuksu
bir güzellikten geldiğin doğru muydu?
elinde
bir atlıkarınca bileti
Jose’ Marti
hep
bir atlı gibi düşledim
atını
doludizgin süren
Küba’nın
ovalarında
yeleleri
rüzgârlı atını
yel
gibi geçen bir atlı
Küba’nın
doruklarından
çevik
atak kırılgan
atını
dörtnala süren
kara
bir gülü özgürlük
gülüne
çeviren bir atlı
yalın
içten erinç dolu
diz
boyu otlar içinden
atını
özgürlüğe süren
geyiklerle
gezen bir atlı
gibi
düşledim onu hep
el
vermiş olmalı Che’ye
Küba’nın
düzlüklerinden
Henri Michaux
uzun
güzel bir Acem şalı aldım
omzunu
örtmek için çarılçamur akan ırmağın
Henri
olsa o da öyle yapardı
tutar
üşümesin diye
bir
resmin üstünü örterdi
dedim
Henri, topal ve kör dünya
bir
yanı var kuşlara bakar
onarır
kanadı kırık olanı
tam
işte bunun için yaşar
insan
evladı
dedim
bir düzyazıdır bozuk düzen uçan kuş
yaz
göğünde, Henri olsa
sıradağlarda
uçan kuşun resmini yapardı
budala
bulutlara karşı çıkardı
Henri
mi öldü bin dokuz yüz seksen dörtte
soğuk
bir kış günü, yaz mıydı yoksa,
yaşlandım,
eksildim, boyaları fırçaları
duruyor
mudur hâlâ
Gülten Akın
kırılgan,
ince sesler ki umutsuzluğu bir olanağa
çevirirdi.
bir gül sesi olarak dönüp gelirdi.
pencere
önünde saksı saksı çiçekler,
masasında
buruşturulmuş kâğıtlar,
kuş
sesleri, dere fısıltıları eksilmedi
yazı
tüketti denemez. yazlar gelip geçerdi,
o
yazardı incelikleri
bakın
ne diyeceğim? yaz çocukların sesidir.
sahi
nerdeler? çok uzun bir kış geçirdik.
kışa
izin verdik. çocuklar nerdeler?
-Erdal
çocuk, incecik, darağacındadır.
yaz
neyi sakladı? acıları mı yoksa?
üzümler
kesildi, dolu seleler güneşte,
eksilmedi
kıyılar, deniz, yıldızlar,
bir
deniz kabuğuna doldu yıllar
e.e.cummings
kesilen
kavakların bendeki ürpertisi,
yavaş
yavaş ölen bir ağacın sızısı,
ah cummings, kolayca örseler beni
ah cummings, nerede insanın inceliği
hoyrat
çağ
bilirim,
bu yüzden bozbulanık akar
nehir,
demir köprünün altından
ah, cummings, eskiden gözüpek
yüzücüler
köprüden atlardı, kuşlar
sürüler
halinde uçardı buğdaylar üstünden
dutlar
damlamaya başladığında
bahçeli
evlerin şenliğini gördüm
güvercinlerin
barak havasıyla uçtuğunu,
faytonlarınsa
bol yağmurlu günlerde,
parke
taşlı yollarda koştuğunu
tarihin
sayfalarında ‘çocukluk’ diye geçer
diz
yaraları, ah diz yaraları
Ahmed Arif
olancası
bir salgın – bir Kürt hançeri. dağları dolanıp
düze
inen bir berrak bir su. bir uçurum çiçeği.
acısını
saklayan bir ağaç. ayazda üşümektedir
bir
dağlının ağız dolusu isyanı, Türkçe, Kürtçe
ve
Zazaca. bir yalçınlık, bir öfke, bir incelik.
tepeden
tırnağa kaskatı kesilen sevda
parlayıveren
gece sefası. yavaş yavaş uç veren
umut,
gelecek düşü. taşın içinden geçen bileytaşı,
kar
altında ve uyanık
kıyılardan
gecekondulardan tütünden
pamuktan
gelen işçi. darda, pusuda ve üşümektedir.
zulasında
saklamaz öfkesini, açığa vurur
yirmi
dört saat taşkın sevgisini
onunla
kımıldar nazlı yaprak, nazlı bakış,
yıldız,
ay, güneş. onunla inler gökyüzünün
yayı.
onunla hatırlanır elma kokusu, Picasso’nun
resmi,
Çaykovski’nin müziği ve Spartakus
Hilmi Yavuz
hüzün
hep doğuya mı döner?
dağların
neresindedir gökyakut kuş?
terlikler
çevrilmiş midir taziye gününe?
geyikler
inmiş midir dağlardan?
ince
sorularla geldim düzlüklerden
sırtımda
hüznün hırkası, omzumda
solmayan
güneş, arı, berrak, elâ
bir
bakış bırakarak ardımda
yaz,
incinmiş derin bir yara
yaz,
kalbimi kanatan incesaz
nasıl
bırakırım nazlı çiçeği
akşamdır
belasına kaldığım
sözüm
hep doğuya mı düşer?
simurg
hangi dağın ardındadır?
doğu
yalnızca doğu mudur usta?
Gennadi Aygi
rüzgârın
geçtiğini gördüm
baktım
yapraklarla konuşuyordu
ben
oradan geçerken gördüm
denizin
köpük köpük olduğunu
bir
balıkçı kıyıya çekiyordu
yavaş
yavaş teknesini
bir
kaplumbağa başını uzatmış
bakıyordu
olup bitene
ufak
tefek bir adamdı
görmedi
rüzgârın geçtiğini
handiyse
hiçliği dolduruyordu
teknenin
bir parçası olan gövdesi
ah,
çetin sadeliği açık denizin
köpüklerin
üstünde kuşlar
ben
oradan geçerken gördüm
yayını
geriyordu gökyüzü
oturdum,
Gennadi Aygi’den şiirler
okudum
bugün. uzaklaşan rüzgârı
gördüm.
kuşları, ufak tefek adamı.
rüzgâr
olmasa da duyardım rüzgârı
Ömer Hayyam
taşın
içinden geçen sestir Hayyam
yüzyıllar
öncesinden bugüne gelen
bu
şaşırtıcı, bu onurlu ses
düğüm
atıyor şarabın bilgeliğine
bağ
çubuklarının sesidir Hayyam
üzümlerin
olgunluğundan geçen
gecenin
sesi, yıldızların matematiği
sorguluyor
evrende yanlış gideni
güneş
dolu bir kadeh, ısınan
bir
çömlek, eşiği aşan düş,
rüzgâra
tutulmuş yaprak,
soruyor
onun şiirinde, ‘nereye gidiyoruz?’
Pierre Reverdy
bir
eşik daha geçsem uzanacağım hançere
hançer
değiştirecek cesaretsizliğimi
biz
hançeri geçen kış gömmedik mi Pierre
bu
yaz yeşermiş olmalı sapı
yer
altı suları geçmiş olmalı yanından
kartal
ile serçe gölgesi
elma
ağacının kökleri bulmuştur
gümüş
sapını
ah
Pierre, yazı bulduk da ne oldu?
açgözlü
kış, gök gürültüsü, şimşek,
derken
kuşlar öldü kaldırımlarda –
hançeri
gömdük bahçeye
taşıyor
diye kötü bir tutku
kardeşten
kardeşe
ah
Pierre, yaz hışımla geçiyor işte,
bir
eşik daha atlasam deniz
değecek
yeşeren hançere
Velimir Hlebnikov
ışıkla
parlayan karanfil demetleri,
sümbüller
getirdiler Don kıyısından
arabalar
dolusu, öyle ki taptaze
bir
güneş daracık sokakları doldurdu
kırıldı
oh çok şükür tacirlerin kirli
ışığı,
sokaklar özgür, kamaşıyor gözüm
bakmaktan
dostların çılgın birliğine,
düze
çıkar bütün yollar artık
ormanlar,
doludizgin atlılar, Volga
özgür
artık, alaşağı edildi diş gıcırdatan
kof
adamlar. ey Rusya, ey küstah
rüzgâr,
ey sokak meydan gece.
acının
yaşını bilmeyenlerin sonu geldi artık
bizi
bekliyor Hlebnikov uğultulu
sokağın
ucunda, şairlerin güle uzanan
eli
birlik yaratıyor, kavuşmanın
bilimi
elimizde artık
Klara Zetkin
bahar
sokuluyor sokaktaki ağaçlara
etekleri
tutuşuyor Klara’nın
gölgeler
çiçekler kuş sesleri
dolduruyor
Klara’nın oturduğu sokağı
ah,
çınıltılı sesi Rosa Luxemburg’un
çiğnenmiş
çiçekleri kurtuluşa çağırıyor
çantasında
uğultulu bildiriler
sokak
sokak bağırıyor
ah
Rosa, yaşanan acıları örten
camgöbeği
bir hava var, kavuşmalar
ayrılmalar
yaralıyor kalbini -
kaygılarımız
aynı
her
yanda boy boy çiçekler var
Ossip’in
hareli gözlerini andıran
şarkılar
söylüyoruz hep birlikte
sümbüller
mevsiminde
Metin Eloğlu
bu
kadar uzak mıydı deniz
kuşları
görünce anladım yaklaştığımızı
deniz
kabuklarından uğultular dinlediğim
rüzgârı
kovaladığım çocukluğuma
biz
denize gittik, annemle ben
bu
kadar uzak mıydı deniz
döndük
işte elimizde lüferler
başımızda
öyle bir gök ki mavi
senin
de çocukluğun oldu muydu
denizde
geçen
canının
kâğıt helvası çektiği
bisiklete
bindiğin gökyüzünün
maviliğini
akşam akşam yitirdiği
ah
çocuk kalmak, mavi çinisi olmak
gökyüzünün
upuzun
bir balık tutup paylaşmak
bir
köpekle uzun uzun bakışmak
bir
geyikle dolaşmak
Ece Ayhan
Galata’nın
oralarda genç tüccar. geçer istiflenmiş
evlerin
önünden bir çalımla. kapı eşiklerinde kediler
birbirine
ve göğe bakmaktadır. mutsuzluğun
kıyısında
bir kadın geçer. durur konuşur tüccardan
genç.
sesi ut sesi, daracık sokaklara yayılan. yüzü
hüzünlü,
kıyıya vuran balık gibi çırpınmaktadır
ağzından
dökülen sözler, çivitli. çiçekçi kızı
bıçaklamışlar
dört paçal adam
götürmek istemişler. ne
diye bıçaklarlar
bir
kadını cumhuriyette? sorar tüccardan genç kibirli
bir
biçimde.
ey
Galata ahalisi, düşünmeden yaşayanlar ey!
isterseniz
çaput bağlayın yatırlara, isterseniz
ölü
taklidi yapın! gücünüze gitmiyor mu dört
çapaçul
adamın bir genç kıza saldırması?
birazdan
uzun bacaklarıyla bir ay çıkar, dolanır
Galata’nın
ara sokaklarını. portakallar yuvarlanır
yokuş
aşağı. Ece Ayhan geçer ağzı balmumu.
çıkarır
verir cebinden bir elma kırmızı.
Wallace Stevens
ırmağın
kıpır kıpır akışı duruyor,
kış,
suyun ışığı donmuş,
erken
açan çiçekler yamaçlardan
güneşi
süzüyor ırmağa bakarak
bir
kuş kırağının yürüdüğü
otların
üstünden uçuyor
gecikmiş
ikindi kuşu istiyor
ışığa
gömmeyi patika yolda
sessizliği
bölüyor birkaç parçaya
ısınan
ağaç, çözülen su
acılarına
yürüyor kırağı, ayağı serçe
ayağı,
nasıl denir, kusursuz işleyişi
doğanın
seslerle bölünüyor
çalılıktan
birdenbire havalanan kuşlarla
uçsam
doğaya karışsam, yaz geliyor
bağ
çubuklarına, güle, karanfile,
parlak
bir kırağı olsam yapayalnız
bir
kuşun kanadında, ah kırılgan
doğa
yabanıl, düşüncesiz, sade
yaz
geliyor
birkaç
parça gölge ırmağın orda
suyun
çözülüşüne bakıyor
günle
gittiğim tenha yolda
Mevlânâ
gülü
gülle değiştirdik de bir zamanlar
tartmadık
ince terazide Mevlânâ
şimdi
gül de almıyoruz
kirleniyoruz
günden güne
unutarak
bir ırmaktan doğduğumuzu
gül
kuruttuk da defterler arasında
geçti
sandık gülün mevsimi
kestik
ayaklarımızı gül bahçelerinden
âlem
güldü bu halimize Mevlânâ
özgürlüğü
kulluğa yeğ tuttuk
gül
için, kapansın diye gül yaraları
uçar
gider olduk, toza bulandık
toz
direklerinin içinde Mevlânâ
biz
hepimiz Hrant Metin Behçet Deniz,
gül
zamanlarıydı, kirpiklerimiz önde gittik de
gül
yangınına Mevlânâ
her
yıl yağan kar olduk
William Carlos
Williams
ağaçlar,
iğne yaprakları
fırtınayla
yuvarlanıyor
sonrası
bardaktan boşanırcasına
yağmur
duyuyorum
şimdi
ince
ince yağıyor
kiremit
damlara
bulvara
ağaçlara,
ıvır
zıvır nesnelere, tıp tıp,
berrak,
duru damlalar
yaprak
uçlarından
damlıyor
şemsiyeler
açılıyor
gökyüzüne
cadde,
sokak
duyuyorum
camın
ardından
masada
küllük, boşalan çay fincanı
bulmacası
çözülmüş gazete
ayaklarımın
dibinde çayevinin
tekir
kedisi
Walt Whitman
kocaman
bir ateş yakıyor Walt Whitman
yağmurun
bile söndüremediği. rüzgârın
alıp
götürdüğü Amerika toprağına
suyun
bilgisini topluyor
alkış
tutan kuşlar Manhattan’da
daracık
sokaklara iniyor
zenci
çocuğun uzaktan baktığı
çocuklar
su birikintisiyle oynuyor
bulutun
kardeşi Walt Whitman
toprağı
üzmeyen yağmurların –
Manhattan’lı,
dünkü çocuk,
şimdi
büyülü bir dille
büyük
insanlığın türküsünü söylüyor
hey
koca Whitman, heyecanlandırıyor
beni
sana şiir yazmak -
bin
teşekkür saygın dizelerine
çiçeğe
ota ağaca toprağa yağan
Mahmud Derviş
uykudan
uyanışını gördün Beyrut’un
pırıl
pırıl gecesini, yağmurunu Kahire’nin
çıplak
güzelliğini akarken Nil’in
gördün
Edward’ın hasret gidişini Kudüs’e
gördün
gülün tartıya gelmediğini Paris’te
gördün
evi olmayanın yola koyulduğunu
gördün
gözyaşının kılıçtan keskin olduğunu
gördün
hüznün dirence dönüştüğünü
Beyrut’la
Kahire arasında
kışlar
yazlar ırmaklar arasında
sürgünlük
kederi kaybolan yüzünde
çocukluk
gölgeleri ağaçların dibinde
bir
gidip bir gelirken annenin sert yüzü
babanın
kırık hüznü
yaşıttır
yersiz yurtsuzluğun tarihiyle
bir
yokluğa mı dokundu ki çocukluğun
rüzgâr
yeleli atları sevdin
kuş
gölgelerinin düştüğü ağaçları
sessizce
koya giren denizi
uykudan
uyanışını gördün kirpiklerin
şarap
rengi bir sabah
sürgünlüğün
yokluğa değen bir yaprak
Robert Desnos
hiç
çıkmıyor aklımdan Terezin, tifüs,
kara
duvarlar, tel örgüler, Çekoslovakya,
sel
yatağı izleri, gözyaşı, ters dönmüş gökyüzü,
nesnelerin
uyku hali, kırık çeşmeler,
Nazi
pazubentleri
geciktim
Paris’in havasına, pırıl pırıl
caddelerine,
incelikle işleyen saatlerine.
yavaş
yavaş geçtim geçtiğin sokaklardan
Saınt-Martın
sokağını aradım
Zazaki
bir türkü kulağımda
baktım
camlarda çerçevelerde zilzurna
bir
güneş, izi kalmamış zor yılların,
bir
çalpara havası ki sorma
portakallar
yuvarlanıyor kaldırımlarda
bugün
güneşli Paris’in sokakları,
çiçekçi
kız portakal suyu içiyor
Saınt-Martın
sokağını soruyorum
hızla
geçen kırlangıçları gösteriyor
Ciğerxwin
gülü
neyle tartar gül taciri?
kır
yoksulları özler mi denizi?
kuşların
görülmüş müdür ufku değiştirdiği?
belki
yanlış sorular bunlar Ciğerxwin
daracık
sokakları, taş evleri dolanan
bir
rüzgârın sormaması gereken
deniz
görmemiş çocuklar sorabilir
burada
bir dut ağacı var gece
gündüz
uğultulu, oralarda kış
çetin
geçiyordur ve tacirler
gülü
güle tartıyordur
ah
Mardin!
bir
şimşek izi kalır yalnız
taş
evlerinde gürül gürül çocuklar
okula
gitmeye hazırlanıyordur
başak
işliyordur buğdayı
kuş
cıvıldıyordur Ciğerxwin
Martin Heidegger
buradayım,
ruhum dinleniyor
rüzgârın
koynunda, tepeler deve
hörgücü
biçiminde, aşağıda
denizin
üzerinde şafağın alevleri
zamanın
varoluşunu işaretliyor
buradayım,
deniz kıyısındaki evde,
ya
burada mı ruhum,
yola
koyulmuş olamaz mı?
şafak
söktüğünde denizden
kavaklarda
iğne uçlu ışınlar
parlıyor
söz
kendini üretiyor Martin
izini
sürüyor şimşeğin.
yükselen
sesler, nesnelerin
gürültüsü
arasında, duyuluyor
derinden
şiirin kendi başına
hakikatler
ürettiği
buradayım,
varlığımı çiziyorum
pencereye,
avcumda açıyor
siyah
bir lale
A.Kadir
erken
çiçek açıyor badem ağaçları
bense
bakakalıyorum öyle şaşkın
çiçekle
donanmış badem dallarına
öyle
soylu ki tepeden tırnağa
sevinç
yüklü
biliyorum,
biliyor muyum gerçekten
sevinç
dolu günlerinin hiç olmadığını
içeride
tedirgin dışarıda sürgün
geçiyor
zalim aylar
acı
çeken insanlar var yine dünyada
tutunuyorlar
köklerine
çocukları
kuş cıvıltısı, afacan,
gözleri
derin mayıs renginde
kıtlık
kıran, karneyle alınan ekmek,
patatesler
yuvarlanıyor sokaklarda,
yine
kokuyor ya taze ekmek
yaşanırmış
böyle de
çiçek
açan bir ağacın umuduyla
Ludwig Wittgenstein
güz,
ağaç kabukları, kuru yapraklar
dökülüyor
bahçeye, kamaşıyor güz
güneşi
kabukların üstünde
kendini
seyrediyor
bahçeye
bakan pencerenin ardında
Ludwig
seviyor güzü, bakıyor
ağaçların
soyunuşuna, zıp zıp
oradan
oraya atlayan kedilere
ah
Ludwig, duyuyor musun
serin
havada kavakların ürperişini
bak,
kuşlar da dal değiştiriyor
üşümüş
olamazlar mı?
ah
Ludwig, annense gelmedi
piyano
dersinden, saçları topuz
güzel
kadın, kirpikleri kuşlarla
gidiyor
ince duyguların ardından
Cevat Çapan
işte
kalabalıklaştık
hep
yaz içinde kaldık bulutsuz
denizin
köpüğü üstünde martı
kıyıda
ölü balık gözleri
eğik
eğik uçan kuşlar sonra
ama
işte kalabalıklaştık Cevat Çapan
şiiriyle:
“deniz ürperiyor uzakta”
atlardan
uzaklaştık, tükettik balığı
ve
kuşların öykülerini, derken
adları
kaldı kör belleğimizde
günden
güne ufalırken gözlerimizin ışığı
kötü
bir kış geçirdik
sevdiklerimiz
nerdeler?
çocukluk
anılarımızı yağmura gömdük
atları
yağmura bıraktık
çok
derin kazarak mezarlarımızı
soluk
soluğa geçti koca bir yüzyıl
sevdiklerimiz
öldüğünde uzun
upuzun
bir keder kirpiklerimizde
Ergin Günçe
gün
ışığı boğulmuş eski bir çavlan
servilere
düşerdi bir zaman
kuşlar
bakımından bol avluda
boynunda
asılı mızıkanın sesi
kalkıp
gösterirdi uzayan parmaklarıyla
kuşların
uçuşlarıyla kıpırdayan gölgeleri
rüzgârı
kovalardı denize kadar
uzun
yaz günleri, gök çadırı görünce
koşar,
limon çiçeği kokardı saçları
ağacın
görürdü kıyı kıyı gidişini
bulutun
elmalar asılı ince boynunu,
denize
koşan çocukları uzun uzun
ölüm
uslanmadı öldüğünde, ay, ay, ay
küpe
yerine kirazlar astı kulaklarına
başka
ülkelere doğan güneşin
Attilâ İlhan
sen
orada bol kirpikli bir sabaha
uyanıyorsun,
güneşi güneş İstanbul’dasın
gökyüzü
bulutsuz deniz dingin
deniz
unutmaz hiçbir yazı
bense
burada hanidir Akdeniz
gözlerim
hasretten Narlıkuyu koyu
öyle
dupduru gökyüzüyle sen orada kal
ben
burada nasılsa karanlık Kerem
yağmur
yağıyor ıslanıyorum sırılsıklam
hayal
meyal görüyorum saklı koyu
ben
burada kuşlarla yürüyorum yokluğa
rüzgârın
varlığını sorguluyorum
sen
orada çok uzaklığı yaşıyorsun
akşam
inerken lacivert sulara
telefon
et sık sık sesini duyayım
gece
gündüz ayrılığa çalışıyorum
Cahit Külebi
kavakların
altında duruyorsunuz
az
ilerde saman yüklü araba
böyle
iri iri baktığınız hiç olmamıştı
otlara,
karşıdaki dağlara
biliyor
musunuz tepelerde
kar
suyu, odun yüklü katırlar
çiğdemlerin
açtığı bayırlar
ovaya
bakıyor
biz
dağ köyleri halkı güçlüyüz
şimşeğin
tırpanı kadar
yıldırımın
gücü geçiyor
ağaç
kabuğundan saklama kabına
geceleri
kuzey yıldızına, çağlayanlara
oradan
altında durduğunuz kavaklara
ince
söğüt dallarına
hiçbir
şey kaybolmuyor
siz
durduğunuz yerden uçuyorsunuz
su
kayalardan
rüzgâra
karşı duruyorsunuz
güç
alıyorsunuz rüzgârın parmaklarından
Vitezslav Nezval
şaşırtıcı
değil mi Prag’da kulelerin
yakarışı
gün çın çın öterken
otobüslerin
kamburu göğü delerken
okulu
asmış çocuklar sinema önünde
bulut
rengi kızları gözleriyle tararken
Prag’lı
bir sevgilim var benim
uyur
ayın salıncağında
gök
yaprak gözleri mavi
uzun
kirpikleri tütün rengi
düşmez
elinden Nezval’in şiirleri
kuşlar
gibidir sevinci
baleye
giden sarışın bir sevgilim var
benim, çiçek açan kış ortasında
yazsa
gezer sandaletle Prag sokaklarını
çocuklar
gibidir sevinci
her
gittiği yere çilekler bırakır
Tristan Tzara
suyun
ağır akan rüyasında
görüyorum
şarap rengi denizi
çılgın
çiçekler soğuk yüzümde
çocuklara
panayır şenliği
eşyanın
görünmeyen köşegenleri
midye
kabuğundan daha sert
hep
böyle seviyorum eşyayı
yersiz
yurtsuzluğu benimle özdeş
biliyor
musunuz ben suyun rüyasıyım
handiyse
bir dada türküsü
belleğine
erişmek için Tzara’nın
(gelmiyor
elimden başka türlüsü)
doğulu
bir eşkiyanın fotoğrafını
çapraz
asıyorum badanacı duvara
bir
kız seviyorum bacası yok ev
Lautreamont
ırmağın
hırçınlığını aşıp karşı yakanın akasya
kokan
toprağına çıktığında soluk soluğa kalır. ah,
gözüpek
toprak bütün çiçeklerini nisanın kucağına
yığar.
deneyimsiz, yılgın ve tutkundur gül bahçeleri.
girer
içine ki oluklardan boşalan kentin kiri geride
kalıp
kederle bakar. bir su çiçeği akasyalı yolda
selam
verir. omuzu düşük güneş iç çeker otların
üstünde.
bir kırağı ırmağın kıyısından döner,
düşüncelidir.
el
değmemiş gül bahçeleri kuşlarını salar üstüne.
ondan
önce gül sesi kuşların uçuşlarıyla yaralanır.
dikenler
her zaman sadece diken değildir, gülü
korur,
yele savurur hoyrat tırpanı.
ırmağı
geçen adam isteklerle doludur. kuşların
dalı
olmayı , doğayı bozanları külle savurmayı
ister.
gül sesi, toprağın keseği tanığıdır, dünyanın
yemişi
dünyada kalır. buharlaşan gölgeler, çitler,
çubuklar
sessizliğe yürüyen ince uzun adama
bakar.
görürler mi bilmem döne döne doğanın
rengini
aldığını.
Hafız
ağaçların
yapraklandığını görüyorum
kuşların
döndüğünü balkona
yelin
harmanı geçiyor süpürerek
bahçeyi,
Hafız’ın bahçesi değil,
bakışları
delen gülün ışığı yok çünkü
ama
leylaklar tiril tiril
günün
gölgeleri titriyor
ah
kalbim! uyanıyor eski bir aşk,
berraklaşıyor
nilüfer
parlayan
sümbüllerin kederiyim
bu
bahçede, soluğum bir damlacık,
gölgeler
tutuşuyor ve ben zamanı
yontuyorum
beyaz geceler için
her
yolum aşka çıkıyor
umutsuzca
kulaç attığım deniz
uçsuz
bucaksız aşk, acı veriyor
havada
uçan taş, suda seken söz
göz
yuvalarımı dolduruyor
varlığın
bahçelerde
Lermontov
kaldır
beni derin uykulardan,
güneşe
döndür yüzümü sevgili,
bütün
sesleri sustur, sen konuş,
incelikle
bu ağrıyı dindir
bir
su berraklığı dağıt
bir
köprüden geçir
bir
eşikte bunalt beni,
külümü
denize savur
bütün
acılar bende toplanmış
kendine
kat ya da paylaştır yakınlarıma,
bir
ışıkla durdur usul usul
otlar
sür uyandır
kaldır
beni ölüm uykularından
yaşamak
isteğidir pırpır eden
şu
yorgun ve yaşlı yüreğimde
kalır
cıvıl cıvıl kuş gölgeleri de
W.H.Auden
ırmağın
başkaldırışı taşıyordu kıyılardan
durmadan
yağmur yağıyordu, soğuktu,
paltomun
yakasını kaldırıyor eldivenler
giyiyordum,
gök boşalıyordu
yağmur
suyu olarak oluklardan kaldırımlara
dönmeli
diyordum kendi kendime
gizlenen
kuşlar ıslak kanatlarıyla
yağmurla
yıkanan sokaklara
sokaklar
değil miydi yaralar açan kalbimde
çılgın
bir aşka tutulduğum zaman
göğsümde
dinlenirken yağmurlar
ben
değil miydim umutsuz aşka başkaldıran
Eugene Guillevic
bir
taşın serüveni nedir ki
kocaman
evrende küçük bir varoluş
yelle
yuvarlanarak düşer denize
içinden
geçen sesle birlikte
ısısı
düşer hızla
boğulur
içinden geçen ses de
dört
yanı kocaman sudur
ağırlığınca
dibe iner
yelin
ağzı denize değer
taş
denize iner
başlar
yeni bir serüven
küçük
olsa da ne denir ki
denizin
derinliklerinde
taşın
ayak sürüyüşlerine denk
bir
yelle fırlatılmış olsa da
bağlıdır
artık denize
uyanık
tutar ışığını
sertleşir
döner midye kabuğuna
Eleni Vakalo
teyzem
çilek yetiştirirdi saksıda
balkona
düşen kavağın gölgesinde
bahçeyi
seyrederdi uzun uzun
annem
gözlüğünün ardından bakardı
sevecenlikle,
pek severdi kızkardeşini
annem
ben teyzem bağ mevsimine
hazırlanırdık
yaz gelince
gök
selelerle dolardı
üzümler
olgunlaştığında
bağda
çubukların çıtırtısı,
ayın
yükselişi, kuşların cıvıltısı
doldururdu
bağ evini –
ışıyan
bir sevgi olurdu aramızda
kara
çalılar, orman, ay serinliği ve suydu
teyzemle
aramızdaki sevgi bolluğu
kazlar
olurdu kovaladığımız
yaz
boyu kırlarda
teyzemle
geçen günler dolunayın
olduğu
gümüş günlerdi
Şu Ting
geldim,
gidiyorum mavi bir akşam
kimse
gelmedi, kapımı açmadı, soru
sormadı,
ne zaman ayrılmıştım
taş
evden, yosun tutmuş kuyu,
örümcek
ağı tavan
geldim
işte kül rengi bir sabah
kapıya
adım attığımda yıldızlar söndü
anahtar
döndü kapı açıldı
girdim
çocukluğumdan içeri
kapıda
atım yok trenle geldim
geçip
koca bir bozkırı baba evine,
baktım
odam toz içinde, kitaplar sararmış,
nesneler
iki boyut kazanmış
dahası
hayaldir kalan
geldim,
gidiyorum mavi bir akşam,
ayak
izlerimdir geride kalan
Pablo Picasso
acı
çekiyor köşeli mavi balık –
kıstırılmış
dört yol ağzında
Guernica
acı
çekiyor şişe bardak keman,
bambu
sandalyeler, parçalarına
ayrılmış
gökyüzü, sokaktaki cesetler,
güvercin
desenleri, yontular
acı
çekiyor yirminci yüzyıl,
tüneller
kamplar, trenler dolusu insan,
dağılan
çiçek tozları, ağır akan
ırmak,
düşleri ezilen insan
ah
Pablo, nasıl da aşılıyor çitler
telörgüler
buz tutmuş eller birleştiğinde
atlar
dörtnala koşuyor ovalarda
yılgı
yok rüzgârlı yelelerinde
gözünden
başlayıp bir balık çiziyor
Pablo,
salınarak yüzüşünü düşünüyorum
suda
Fuzûlî
parmaklarımdan
akıyor ejderha başlı su
berrak
yalın uysal su
hırçın
şımarık dik başlı su
buğday
tenli kuğu boyunlu su
dağları
dolandığında menekşe kokan su
mermerlerden
akıyor gözlerden sonra
kara
elâ mavi gözlerden
yıldızlardan
samanyolundan akıyor
köpük
köpük ak topuklardan
köpek
dişli su
okul
önlerinde çiçeği burnunda su
parlak
gözlü ince bilekli su
uzun
kirpikli cam buğusu bakışlı su
kırlangıç
uçuşlu su
buğday
benizli su
uçuyor
yazması başından
örümcek
öpüşlü kız su
durup
durup akıyor bazen giysilerden
ince
damarlı kocaman kalçalı su
hoyrat
haylaz cin
çağırıyor
beni ilk gençliğime
balık
ağızlı kuş ötüşlü su
Nikola Vaptsarov
yağmur
yağıyor
denizi
gören çamlara
tepelerde
rüzgâr esiyor
hafif
hafif
heybemde
yeşil soğan
peynir
domates
var
cebimde
Nikola
Vaptsarov’un
şiirleri
çıkarıp
okuyorum
sanki
sesi
rüzgârın
sesi
kar
öncesi gibi
ıslanan
otlar üstünden
kuşlar
uçuyor
karışıyor
Vaptrasov’un sesine
kuş
sesleri
‘gidelim’
diyor Naz
‘kardır
arkası yağmurun’
Edgar Allan Poe
biliyor
musun Naz, bana gelen bir
kuzgunum
yok uzakları çağıran
birkaç
serçe cıvıldar durur penceremde
ruhum
uçar gider sessizce odadan
kuşları
yadsımak ne getirir bahçeye
uyandırırlar
ağacı, menekşeyi, gülleri,
üzerlerinde
ruhumun dolaştığı
çiçek
tozlarıdır o hep kırılgan
biliyor
musun sonsuzu getirir yaşam
sonu
vardır ırmağın ağacın suyun
toprak
devam eder filizlenmeye
tohum
uyanır yeryüzüne bakar
bir
kuzgunum yok benim uzakları çağıran
denizi,
kayalarda parçalanan sesi
duyarım
yalnızca benden ayrılmayan
ruhumun
o derin gölgesinde
Nikolas Guillen
dokunuyorum
ince narin kamışlara
ırmak
kenarında, eskiden şekerkamışları
satılırdı,
çocukluğumda, parmaklarım
yanardı
alamasam
ırmakta
kayık, kalbimin çarpışı gibi,
vurdukça
dalga kıyıya inip çıkıyor
ruhum
da öyle kamışların arasında
kovalıyor
gövdesiz rüzgârı
kalbim
yaban ördekleri için çarpıyor
sessizliği
bozan eğri büğrü uçuşlarıyla
derdim
tatlı su balığı tutmak
suya
bırakmak tekrar sonra da
kamışlar
ince uzun parmaklarıdır
akşamın,
solan günün, doğan ayın,
uçuk
gölgeleri ırmağın üzerinde
sekiyor
birkaç adım ötemde
Antonio Machado
güneş
bir portakal dilimi bulutun içinde
teknelerin
oradan görüyorum
gözümü
kamaştırıyor görkemi
alışkanlık
yurtsuzluk acısıyla dolaşmak
denizi
geçmek gelinciklerle buluşmak
bir
başına Torosların eteklerinde
güneş
rüzgârla oynuyor tepelerde
elimde
solduğunu görüyorum gelinciğin
sönmesin
istiyorum kırağının türküsü
dağlarda
kara dutlar yetiştiğinde
benim
yurdumdur el değmemiş dünya
ah
kırlar, dereler, çiçek dolu patikalar,
yıldızlar
da oluyor yanı başımda –
biliyorum
bir ırmaktan doğduğumu
Antonın Artaud
bugün
güneş hey şıkır şıkır
göğün
ağzı az ileride balık pazarı
yanlış
bir şey mi söyledim orada durunuz
balığı
değil güneşi bölünüz
üşüyorum
yaz günü, deniz ürperiyor
ölü
balık gözlerinde, deniz
mavisini
terk etmiş kocaman su –
atın
beni koynuna, dolaşsın
içimde
lüfer, mercan balığı
ışığı
görsün deli gözlerim
yeğni
mi yeğni içim dışım
hey
kuş uçuşu yeğniliği, hey
inceliğini
yitirmiş vakitler
kandan
geçilmiyor cam kesiği
ne
yapsam intihar mı etsem
baka
baka ölü balık gözlerine
bugün
güneşin düştüğü çiçekler
şıkır
şıkır, çözülüyor dünya
çileklerin
renginden, başım düşüyor
bir
günebakan kalpağı gibi
uyku
ile uyanıklık arasında
Paul Claudel
övsem
yeridir denizin açık gözünü
kütüklere
yazdık yüzlerce balığın adını
çünkü
deniz doyuruyor yokluğu yoksulluğu
çünkü
deniz kurtuluşa açılan kapı
sıska
bir çocuğun uykusu deniz
yaşlı
kadınlara sonsuzluk duygusu
köpüren
şahlanan kişneyen at
haberciyi
beklediğimiz uçsuz bucaksız atlas
kalkıp
geldiğimiz rızkımız deniz
nisan
balığı çiçeği burnunda deniz
serçe
parmağımdan başlayan sızı
bedenime
yayılan mercan ışığı deniz
geçtik
geliyoruz büyük ay’ı samanyolunu
son
umudumuz umudumuzun sonu deniz
Enver Gökçe
rüzgâr
fısıldıyor güz kayıplarını
üzülme
kuruyup dökülüşüne, pörsüyüşüne
yaşamın,
yok olmaz hiçbir zaman
ne
portakal kokusu ne saydamlığı
göğe
boyun eğmez kuşların.
sokaklarda
yapraklarla silme
dolu
çöp bidonları, güzü karşılayan
hüzün
gelip oturuyor huzurevinin
köşesine,
az konuşuyor kısa
kesik
sözlerle şiirini kuran
yaşlı
şair
devrimin
tozlu yolları güz artığı
yüzünde,
sonra kuş yeniği yemiş sevinci
başka
bir şey yok
zindan
karalığı bile
uzun
başaklar hışırdıyor sesinde
Immanuel Kant
sokağın
kuşları müzik dolu bir gün diliyor
sokağın
kadınları küçük hayatlarını süpürüyor
Immanuel
geçiyor cılız gövdesiyle
çit
serçelerinin müziği kulağında
omuzlarından
kayan ceketi
dalgın
düşüncelerini silkeliyor
bahçe
duvarını dolanan kediler aklı karalı
Immanuel
bakıyor mavi ve sarışınlık
bilmek
istediği dünyanın renkleri
kim
bilir belki Pireneler’e dek uzanıyor
yaşlı
ağaca baka baka geçiyor
her
zaman aynı saatlerde
önden
gidiyor ölümün kalın gölgesi
kararlı
ne yapacağını Immanuel’e
sokağın
kuşları kendilerine bakıyor
Zahrad
İstanbul
yarı gecede uykulu bir kedidir Zahrad
kapı
önünde kıvrılıp uyumuştur
İstanbul
maviye çalan denizdir gözleri badem
sapınca
balığa Kumkapı’nın ordan
güzel
bir ay fırlamıştır
İstanbul
omuzları dik bir çocuktur Zahrad
azınlıktandır
görür dipte kalanı
çiçeklerle
gelir hastane odasına
yağmur
olur yağar sonra
sapınca
Pangaltı’dan çocukluğuna
gözleri
çipil bir balıktır İstanbul
gözlük
arar okumak için gençliğini
kayıtlıdır
ağaçlara kuşlara denize
her
sabah tazelenir uyanınca
toplar
sözcükleri hadi yeni bir şiire
Chagall
buradayım
ırmak kıyısında, bakmayın
üzgünlüğüme,
derimin altından akıyor
denize
kavuşan alçakgönüllü dereler
yaşlı
yüzyılın iyimser bir ağacıyım
kuş
kanadı değmiş yapraklarıma
çılgın
halkın şenliğine katıldım diyedir
sesime
yerleşen kuş sesleri de
beni
bir rengin içine kattılar
fırtınalar
devrimler şenlik ateşleri
İbranice
bir türküdür içten
St.Petersburg’da
geçtiğim içinden
direniyor
Paris işgale, ağacı, horozu
atlarıyla,
gördüm rüzgârı bile…
Salvatore Quasimodo
hayvanları
güdüyor bulut dağın
eteklerinde,
akşam toplanacak hepsi
ağılın
önünde, rüzgâr yine otlarla
oyalanacak
gün batarken, bir
yağmur
bir şimşek yırtarken göğü
buluşmaları
sürecek ağacın ağaçla
kuşun
kuşla, el edecek bir başka ele
bahçelerden
sevgililer, gözler
denize
gidenleri gözleyecek
gölgeler
kovalayacak
sümbüllerin
sesini, çalılar üstünden
fırlarken
çalıkuşu Salvatore çıkıp
ağılın
önüne övecektir
doğanın
gizemini
yaklaşıyor
çatal sesi bulutları
kovalayan
rüzgârın, akşam bir atmaca
gibi
iniyor dağ bahçelerine
çileklerin
sesi seralardan yükselirken,
gece,
Salvatore sözcükleri kanatıyor
Modigliani
aynı
şemsiyenin altındaydık Modigliani
yağmur
yağıyordu uzun yürüyüşlerimize
yağmur
usul usul uzun boyunlu
bir
çocuk sesiydi kırık ince
bir
banka oturup akşama kadar
Verlaine
okuyorduk yağmurda saatlerce
büyük
siyah eski bir şemsiyenin altında
yağmurun
sesi yorgun yüreğinden
dağılıyordu
Lüksemburg bahçelerine
“ah
Anna” diyordu, “unutuş umar değil
Livorno’yu,
bu deniz kıyısı kenti
ve
birlikte yürüdüğümüz yağmuru
korku yokken yüreğimizde
ölümden”
yontusu
portresi nasıl bir hüzündür?
ince
uzun boyunlu bir kuğu
kedere
boğan, Toskana bölgesinden
getirilmiş
derin, sönük bir ışıltı
Paul Verlaine
gökyüzünün
çoraklığı niye Verlaine,
nicedir
yağmur yağmıyor
adımlarımız
bir şiirin sesinde buluşuyor
menekşe
kokan çay bahçesinde,
yaz,
ayaklarımın dibinde huysuz bir kedi,
haylazlığı
çocukluğuna benziyor
nasıl
oluyor da yüreğin hâlâ kıpır kıpır,
ruhun
çalkantılı, yorgun,
gölgelere
siniyor varoluşun
kırık
bir yontu, yaslı bir nal,
belleğime
çakılı çivi, sesini boşluğa
bırakan
bir kuştur Verlaine
Paul Cezanne
göz
ucuyla Cezanne’ın resmine dokununca
kırların
taze havasını yaşadım
paçasına
tutunup soluklandım
Saint-Viktore
dağının
baktım
kedilerin kapılarında uyukladığı
evleri
rüzgâr uçurmuş oraya buraya
mandalinalar
yuvarlanmış çocukların
önü
sıra, dağa doğru saparak sokaklardan
baktım
Cezanne’ın parmakları kanamış
rengin
okkalı ağrısından,
kuşun
fırçaya konmayan duruşundan
baktım
gördüğümden başka bir şey
Cezanne’ın
resmi
kendimi
boşluğa bıraktı
Vivaldi
ah
Vivaldi
çok çiçekli balkonların sessizliğidir
keman
kutusunda çiçek yetiştirir
ağzı
çiçekli bir kuştur
geçer
bir uçtan bir uca gökyüzünü
(bırak
kendini güz öğlesinde
gömül
dört mevsimin içine)
ah
Vivaldi,
saf kalmanın sonsuz ölçüsüdür,
o
yalın sesler ki çocukların kar sevincidir
yumduğumda
gözlerimi yarı geceleri
aradığım
denizdir Vivaldi
Akdeniz’in
en Mayıs yerinde
yetimhane
kızlarının sesidir Vivaldi
bir
düğündür, bayram kutlamalarıdır
deniz
kızları ve panayırdır
dört
mevsim süren Vivaldi
Edip Cansever
bir
yalnızlığı oyuyoruz seninle
koca
bir eylülü elimizle itiyoruz
çürük
yaprak kokusunu giyinmiş
geliyor
ekim göl kıyılarına
ince
boyunlu bir gülü konuşuyoruz seninle
nerede
kaldıysa gelmeyen yolu,
çiğnenmiş
otu, yaşlanıyoruz, onu,
kırık
bir hüzün içinde
fısıldayarak
konuşuyoruz eylülden
otel
odasından baka baka göle
göl
içimize damlıyor ,
kalbimiz
ellerimiz gözlerimiz
öyle
incelikler ki işte gölün içinde
ince
ince oyuyoruz yalnızlığı seninle
bir
uçurum oluncaya dek
iki
ağacız şimdi dibinde
bir
parlayıp bir sönen
Che
çocuklara
ağız mızıkası verin
çocuklara
Che’yi anlatın devrimin bir
düğün
olduğunu. kuşların hafif eğik
uçtuğunu
bilsinler. çocuklara sokak
sokak
yağdığını söyleyin yağmurun
Che
öldürüldüğünde, çok filmli
bir
sinemaya gittiğimizi şehirde.
horoz
sesleri, köpek havlamaları, gök
gürültüsü
bizimle giderken yağmura
yüzümüzü
kapattığımızı söyleyin
kayaların
ormanların çiftlik evlerinin
otların
gölgesine düşen gözlerini
anlatın
Che’nin. kuş teleklerinin,
çırpınan
kanatların, dağ göllerinin,
ırmakların
çağırdığı günlerde
sabrın
dizginsizliği taşlara geçer
çocuklara
ağız mızıkası verin
çalsınlar
yeniden doğuşu Doğu
illerinde
Jean Paul Sartre
yaz
geldi, her yerde pazar yeri dağınıklığı
gülün
sesi menekşeye dokunuyor
ağaçlar
kuşları konuşuyor
yaz
geldi, Cezayir’li çocukları getirdiler
savaşı
bilmeyen, esmer, kırık kirpikli,
babaları
öldürülmüş sessizliklerdir
kirli
bir duvarın öğle saatlerinde
yaz
geldi, çocuklar gökyüzü dolusu çiçeklerdir
yağmuru
bekleyen, ah Jean Paul, usulca
geziniyor
ellerin çocukların saçlarında
çocuklar
ah kuş döndü sabahlardır
bütün
Cezayir bunu bilir
Sohrap Sepehri
atların
nalları ot ışığına gömüldüğünde
sanki
kocaman ova mahmurluğunu yitirmiş
gibidir
nice
güneşler doğar nicesi batar günbatımının
maviliğinde
ağaçlar
güneşe yürür kıyı boyunca
deniz
dünyadır rengini gözlerinden alan
varlığı
hiçliğe sayılmaz ağacın işler
gece
gündüz denize karşı
atların
yürüyüşünden öğrenirim taşın
ısındığı
dünyayı
çiçeğin
aydınlığıdır su bulut ağaç
bir
testiye dolar
Rosa Luxemburg
ayazda
kalmış bir kuş, çırpınan
bir
rüzgâr tanığıdır öldürülüşünün
işte
toplandık bir ölüm yıldönümünde daha
köylüler
işçiler çocuklar kuşlar
anmak
için derin hayallerini
biz
geçtik Rosa koca bir yüzyılı
savura
savura, aynalar derindi,
aynalara
baktık nerde yanıldık diye
ihaneti
göğe fırlattık
pırıl
pırıl avlulara çıktık sonra
ah
Rosa, kocaman bir çocuktur işçi
sınıfı,
yürüyen dik duran yenilen,
Berlin
yenildiğinde gördük sevenlerinin
birdenbire
kirpiklerinin indiğini
Sevgi Soysal
bir
kuğuydu Sevgi abla
Sürmeli
otelinde
benzemezdi
tavus kuşu tüylü kadınlara
hüzne
sürgündü bu kentte
göğün
boşaldığı yağmurlarda
otel
odasında Brecht çevirirdi
gözlerni
kısar düşünürdü
elma
sesli özgürlüğü
dondurmacıdan
köşeyi sapınca
leylak
kokusu Adana’dır
Sevgi
abla bu kentte fitili yanan lambadır
kederi
bile hâlâ aydınlatır
Jacques Prevert
ırmağın
vaktiydim
taşın
inci çiçeği, suyun nilüferi
çıplak
ayakla dolaştım evreni
rüzgâr
oldum serinlik verdim
yıldızlarla
konuştum her akşam
geçtim
istiridye kabuğunun içinden
perişan
bir kılıkla, unutamam
denizin
vaktiydim balığın keyfi
bütün
sesleri tarttım bütün sözcükleri
deniz
en öndeydi sevda çıplaktı
öyle
derin öyle güneşliydi
ışıklı
bir kız saçıydı, unutamam
kör
çağın vaktiydim
götürüldüm
ay ışığında ellerim kelepçeli
yola
baktım, göğe yazdım
ormanın
soluğunu, kuşun kanadını
birçok
çocuk gibi, unutamam
Marselin Pleynet
“Doğa içeridedir”. Cezanne
gecenin
en dingin saatlerinde
sözün
mürekkebi kâğıda değdiğinde
kâğıdı
savunuyorsun ağacı değil
ağaç
içinde
dalları
yaprakları gürül gürül sesi
denize
doğru uzayıp giden kökleri
biçimleniyor
belleğinde yavaş yavaş
soluyan
gölgesi
sözün
büyüsü ölü dalgaların içinde
dövüyor
kayaları sabaha kadar
kıyı
susmuş dinliyor geceyi bölen
ölü
sesleri
gecenin
boşluğu loş ışıkta
kâğıda
değen kalemin sesi
kâğıdı
savunacak elbet ağacı değil
ağaç
içinde
Denis Roche
bu
dil sana ceza düzleştirdiğin sürece
geceyi,
sus, bir yontu sessizliği olsun,
gecenin
gizini dinle
bir
gece lâmbası gibi
günden
güne yarığın büyüdüğü dünya
omuzlarını
çökertmekten başka
bir
işe yaramadı, kaz, derin kaz
içindeki
boşluğu
bu
dil sana belâ, hafifçe ısırılmış
elmanın
sesi daha yıkıcı
bağ
kütüklerinin çıtırtısı
ruhunun
bağsız dili belki
bu
dil oldukça şeffaf. kopart
dilin
palamarını, giden sözcükler
gitsin,
kalan gerisiyle kaz,
derin
kaz ruhunun mağaralarını
Albert Camus
sabah
havlayan ufuk sokağın ucunda
gürültü
koparıyor birkaç köpekle
sahil,
baka baka yabancılaştığın deniz
kulak
kabartıyor yırtılan ufka
usulca
balkon kapısını açıyorsun, uykusuz
bir
ağaç, kopan fırtınanın geceden yığdığı
yapraklar
karşılıyor, elin cebinde,
güneşin
zarafeti yok ruhunda
balkon
tıkabasa yapraklarla dolu,
saçma
olduğunu düşünüyorsun
yaşamın
da öyle, boğuyor havlayan ufuk
bu
Cezayir balkonunda ruhunu
usul
usul bir bulut geçiyor
fırtınanın
silik izleri var üzerinde
yaşamın
da öyle karmaşık, bungun
bir
yağmur bulutu gibi
Bedreddin
şöyle
denir ya hep gecenin ayazında
‘ben
de bu dünyaya geldim geleli’
bir
yere götürüyor yol beni
belki
doruğa belki en dibe
görenler
kadar körüm dünyayı,
mühürlenmiş
ağzım çatlayıp kurumuş,
sise
boğulmuş göle yakın yerde –
‘şeyhim Bedreddin’e
ekleyin bedenimi’
‘ben
de bu dünyaya geldim geleli’
ağaç
ağaç değil, kuş kuş değil
katmayı
başardım gövdeme hepsini
belleğime
giden uzun ince yolda
‘ben
de bu dünyaya geldim geleli’
kanıyor
gecenin ayazı, acı çekiyor
yıldızlar,
yol beni götürüyor
belki
doruğa belki en dibe
Pir Sultan Abdal
Pir Sultan Abdal
Pir Sultan Abdal
dedim
ki ‘uzundu usuldu dedemin boyu’
direndi
zalime dilin alevleriyle,
taşları
havalandıran rüzgâr
değmedi
yaz boyunca gövdesine
dedim
ki dedemin ipek sesi
tanelendi
darağacında
taştı
dolandı bütün ülkeyi
annelerin
ağzında köpüre
köpüre
büyüdü
dedem
gitti de büyük boy bir denize
boşalttı
gül diye dünya yükünü
ağzında
çiçek düğümü sözcükler
gitti
taşlanarak lâcivert bir ölüme
dedim
ki dingin sulara çiçeklere
‘uzundu
usuldu dedemin boyu’
gitti
de darağacına ak gömleğiyle
sular
ürperdi ay soğudu
dedim
ki ablaların kuğu boynu
ağıtlardan
böyle eğri
Yunus Emre
akasya
kokan istasyonlarda rastladım ona
çayır
çimen sesiydi Türkçesi
güneş
geçerdi içinden
kıpır
kıpır bir parıltıydı
umursamayıp
geçti çoğu ırmağı
uzun
ince berrak akan bir ırmaktı sesi
atlarının
üstünde uyuklayanlar
görmediler
ne ırmağı ne Yunus çeşmesini
her
şey öyle tazeydi ki türkülerde
içimdeki
isteği uyandırdı yağan kar
tozar
mıydı incecikten
Yusuf’un
atıldığı kuyunun çevresine
düdenlerden
getirdim sessizce
ilk
adımda yağmur kokan Türkçeyi
gittim
de bir geyiğin peşi sıra
rastladım
gömleği yaz çiçeği Yunus’a
Jacques Dupin
devenin
taşıdığı yük tuz
gidiyor
büklüm büklüm göle doğru
göl
ki içimdedir, öyle olmasa
mahur
yürüyüşünü çalıp devenin
varamazdım
göle
büyük
şarkısı sürüyor içimde
çocukların
hayvanların, azar azar
büyüyen
ormanın, göle bakarken
çınarların
gölgesinde
bir
adım da beygirler için atıyor
benimle
birlikte yürüyen çınarlar
gölgeler
durur mu yalınayak geliyor
kayboluyorum
içlerinde
devenin
mahur yürüyüşünün önünden
yaban
ördekleri kaçıyor,
durup
içindeki rüzgârı dinliyor
göl
kenarında kurbağa
Ezra Pound
sonra
duraksıyor konuşurken
öyle
yalın sözler dökülüyor ki ağzından
bir
ırmağı geçiyorum balıklı
bir
ormana giriyorum geyikli
susunca
sazlıklar, tutuklu çadırları
konuşuyor.
rüzgâr, ağustos böceği
ve
ay ışığı. savaş ağustosta sona
eriyor.
sonra yağmurlar yağmurlar
çadırın
direğinde ay aşığı, el yazması
bir
ay düşüyor Kantolar’ına.
akşam,
tele konan çayır kuşu
ayaktakımından
ot
yüklü akşamdan söz ediyoruz
bir
ırmağı boydan boya geçmekten
“ölümün
yalnızlığı çöktü üstüme”
diyor,
yatağının ucunda tefeci bir ay ışığı
Arif Damar
Yenilgi yılları iyi bir
okuldur. – Vladimir Lenin
geldiler,
nazlı uykuları böldüler
bir
mezar sessizliği bıraktılar.
görür
gibiyim gölgelerinin ağırlığını
ay
ışığının bile silemediği
uzun
sürdü aramaları, kırarak
açtılar
çekmeceleri, can sıkıcı
bir
eşya gibiydi susmaları,
görmediler
ne pencereden giren kiraz dalını
ne
zulamdaki cesareti
geldiler,
kitapları kâğıtları götürdüler
söğütleri
kuşları ırmakları
yazılı
kâğıtlardaydı hepsi
kırlangıçların
uçuşu, elleri ceplerinde
bir
çocuğun göğü seyredişi
geldiler,
giderken bir sapakta
durduğumu
söylediler
Yılmaz Güney
sarı
sıcak sonrası yaz yağmuru Adana’dır.
yazlık
sinemalardan dönen çocukların gözleri
Adana’dır.
bakar bakarlar da görmezler
zamanı
öldürdüklerini
çıkınca
Yılmaz Güney’den konuşuyoruz
kolsuz
bacaksız faytonlardan,
yoksulluğu
okuduğumuz beygir kemiklerinden,
ıslık
çalarak geçen gençliğimizden
çıkınca
Yılmaz Güney’den konuşuyoruz
iki
kardeş, geçmiş zaman bir atın ölümünden,
ölüsünün
boş bir araziye bırakılışından –
Cabbar’ın
yüzündeki kedere düğümleniyoruz
yolcusuz
bir faytonun sızısı
sarıyor
bedenimizi sinemadan çıkınca
alıp
başımızı gidiyoruz sulanmış asfalt boyunca,
bekliyor
bizi avluda atsız bir fayton kara
Ahmet Haşim
düşünmez
hiç kimse hiçbir zaman
‘göllerde bu dem
bir kamış’* olmayı
gün
doğarken ya da batarken
dirseklerine
dayanarak uyuyan çocuklar
geçerken
düşlerinde denizi
kapı
eşiklerinde
güller
kokusunu savura savura
gelir
sokağımıza her akşam
yazın
tutuştuğu andır nereye baksam
kırlangıçlar
fiyakayla uçar arkamdan
böyle
nereye gider yaz
bir
genç kızın eteklerinde
akşam
ki çocuklarla gelir her zaman
akşam,
ah akşam
yalnız
çocuklarda bir parıltı olsam
*Ahmet
Haşim
Ceyhun Atuf Kansu
beni
mi sordunuz? Ceyhun Atuf Kansu
gibi
boy boylarım, soy soylarım,
atalarımın
kemikleri gül açılır eski mezarlarda
süre
giden Anadolu toprağında
bizi
dirilten iksir otta çiçekte,
gölgeler,
atlar, hançerler göçen
toprağın
üstünde, yağmurunu
boşaltmış
bulutlar şimşekler mavi
ah,
nerede Sümer, üzüm buğusu Frigya?
şurada
dolu dolu heybede
birleştirir
bizi, zalime boyun eğmez
Anadolu,
kulak kesilir kuşların sesine
çalıbülbülü,
çakıl taşı
sonra
Yunus Türkçesi, Pir Sultan öfkesi,
Mimar
Sinan görkemi
sevecektir
çocuklar güneşli şiirini
Yaşar Kemal
yaz,
ucunu düğümlediğin mendilin
kiraz
dolu, kapı eşiğine oturup yiyoruz
kenar
mahallede akşamüzeri
kadınlar
kapı önlerini suluyor
akşam
serinliği olsun diye
akşam
pamuktan dönenlerin yalın
gölgeleri
düşüyor kır evlerine
evlerdir
büyüten çocukları
daha
yakın kılan annelerine
ben
de büyüdüm daracık bir sokakta
geceleri
Yaşar Kemal okuyarak
gündüzleri
tavuklar kazlar arasında
ırmak
üzerindeki kuşlara bakarak
ustamdır
Yaşar Kemal ondan öğrendim
bir
toz direği nasıl fır fır döner
otlar
geceyi neden dinler
kış
gelip de yağmurlar başlayınca
Hasan Hüseyin
övüncek
ağustosböceğinin sesi
bahçenin
bütün ağaçlarını dolaşıyor
incirin
ağır gölgesinde, hamakta
dinliyorsun
türküsünü
Hasan Hüseyin
nar ağacından tüten
iksir
yaz
bahçesi yüklü kadın gibi yüklü,
birkaç
menekşe, bir küme karanfil
uyandırıyor
meyveleri ölü yıldızlardan
katı
yabanlıktan
Hasan Hüseyin
saçaklardan
damlayan su
çitin
üstünden sekiyor bir keklik
fark
ediyorsun bu güzelliği
oyalar
işliyor kendi kendine doğa
dokunuyorsun
her çakıl taşına
Hasan Hüseyin
ağrılar içinde
rüzgâr
Gottfried Benn
‘bir
küçük tütüncü dükkânı’ ister ya
Ezra
Pound, benim de bir isteğim
var,
küçücük bir kitabevi, yalnızca
şiir
kitapları bulunduran, masası, rafları
şiir
dergileriyle dolu, mürekkep ve
kâğıt
kokan
Chopin
çalmalı pikapta, bahaneler
bulmalıyım
neden prelüdler çaldığıma,
derler
mi o zaman şiir ve müzik
götürdü
bizi sonsuzluğa
Benn’in
Chopin şiiri, ah, bir hüzün
lambası
gecenin içinde
kısık
ışığı şakaklarıma vuran –
çözülüveriyor
her okuyuşta dizbağım
benim
küçücük şiir kitabevi isteğim
samanlığı
düşen iğne
göle
düşen damla
Baba Tahir Uryan
bir
yokluğa erdiğini söylediler
terekesinde
varlık ve yokluk aynı
hizada
çıktı dediler, gölgeler
soğuttu
testideki suyu, rüzgâr
zeytin
tanelerini sürükledi önüne
bir
yokluğu yaşadı dediler
baktı
ve gördü dünyanın
ıssızlığını,
ağaçların denize varan
köklerini,
o yüzden ağacın içinden
geçen
sancılı bir rüzgârdı
gövdesinin
ötesini gördük dediler
havuzun
içinde, gecenin güzül mavisinde
zemherinin
içinde zemheri vardır
dediler,
gecenin içinde başka bir gece.
Baba
Tahir Uryan bir rüzgârın sırtında
gitti
dediler yokluk denizine
Kemal Özer
gökyüzü
kadar bir attır
ya
da kentlerden kaçırılmış geyiktir
annemin
gözleri, ölü gözleri
akşamları
çözülen sularda
annemin
gözleri kocaman denizdir
içinde
rengarenk balıkların yüzdüğü
parmaklarında
ekmek kokusu vardır
toprak
mı sular mı dokununca uyanır
geri
dönmedi elma bahçesinden
annemin
gözleri, gözleri annemin
sileyazdı
bir salyangoz izini
düştüğü
yerde yaba elleri
uyudum
uyandım annemin gözleri
sanki
bir toz direğinin içindeydi
getirip
yatırdılar elma bahçesinden
açıktı
gözleri, gözleri annemin
Tanburi Cemil Bey
dediler
Tanburi Cemil Bey çekilmiş ıssızlığa
çalışıyor
Hicazkâr Peşrev’e
bahçe
ağaçlar rüzgâr
dinliyor
yaylı tamburu birlikte
öyle
pırıl pırıl bir müzik bütün bir
öğleden
sonrayı dolduruyor
dediler
eklenince bendir sesi
yaz
bahçesi gül açıyor
ötede
bahçenin öbür ucunda
bir
kuş küçük koruya uçuyor
yollarda
rüzgâr tozlaşan çiçeklere
tamburun
büyülü sesini taşıyor
bir
sümbül başını uzatıyor içeri,
bir
örümcek bahçe evinin alt
katlarını
dolaşıyor, ama müzik
dediler
diri tutuyor insan ruhunu
Sabri Altınel
rüzgârı
kovalamak
yeryüzünde
işte budur işim gücüm
bağlayabilirsem
bir yere sevineceğim
çabam
iyiliğinedir rüzgârın
o
ne yapıyor? sünnetli bir çocuğun
eteklerini
kaldırıyor, bir martıyla
denize
iniyor, var oluyor böylece
yağmur
getiriyor
elimde tuttuğum çiçekle
rüzgâr,
toprak kokuyor yalın
türküsü
yağmurun, güzül sevinci
gökgürültüleriyle
geliyor denize
rüzgârı
kovalamaktan vazgeçiyorum,
cinlerin
işi bu yaptığın diyor
deniz
kenarındaki yaşlı kadın
belli
ki bağlılığı yalnızca toprağa
biliyorum
toprağın kızkardeşiydi
nereye
gittiği bilinmeyen kadın
yitirse
bile yaşama sevincini
süregiden
bakışları denizin üstünde
Francıs Ponge
‘bir de ölümü kovalayabilsem’. böyle
düşünüyorum
iki
sedir arası çuha çiçekleri sessizler. ey ölüm, gelen
terkisinde
bir atın, ey suların sesli ve çoğul akışı denize,
yalnız
denize kavuşmak için çakıl taşları içinden geçip de
gelen.
ey kıvrım kıvrım madde, ey taşıl! Toroslar’dan
getirdiğim
orman, sedir ağaçlarının varlığı dalga dalga
yayılan.
[Karacaoğlan geçti miydi bu yerlerden elinde
portakal
çiçeğiyle?]
bir salyangoz izindeyim, varlığımın
izini buluyorum
onda
ve başka şeylerde, bir deniz kabuğunda, rüzgârın
ölümünde.
ey özgür nesne, sürahi bardak ve su, sesin
devinimi
sürüp giden bedenimde.
Toroslar’da iri karıncalar ne götürüyor
yuvalarına?
nesnelere
bakınca devinimi görüyorum. ah ölüm, bir de
seni
kovalayabilsem bir çiçekçiye giderim.
W.S.Merwin
gördüler
köylüler ovaya basan sisi
ağaçların
sis içinde salınışını
kuşların
kent kapısında kayboluşunu
kalenin
dibine sepet sepet kiraz
getiren
kadınların göğe yükselişini,
öğrenci
kızların duvara yaslanıp
sigara
içtiklerini, gördüler güneşin
dudağının
kanadığını siste
bu
durumun yaralar açtığını çocuklarda,
anneleri
yeniden hamile bıraktığını,
söylediğimde
kimse inanmaz, siste
Rodrigo
dinlediğimi yağmurun
parmaklarından,
suyun ışıltısından,
daha
neler diyenleri duyar gibiyim Merwin,
orada
sessizliğin de sesi olurken
gözlerinin
karası, kirpiklerinin sisi
köylülerin
göreceğini düşünmeden
ölü
atalarımla vedalaşır sana gelirim
sevgili,
ey sevgili
daha
yakınım şimdi sana
daha
yakınım bilgeliğine
daha
yakınım gövdenin Afrika’sına
Dylan Thomas
yükseklerden
uçan telli turna mıydı,
bulutların
ağılı, rüzgârın kanatları
var
mıydı? tren istasyonları
gurbet
kokar mıydı?
o
zamanlar Ceyhan istasyonu
akasya
kokardı, trenler gidip gelirdi
maviliklere,
biz üç arkadaş
uzun
uzun bakardık uzaklara
ah,
iğne yapraklı çamlı yol,
çinko
damlar tanığıdır günlerce
yağan
yağmurların
bahçe
çitleri, dut ağaçları, küpte
şalgam
tanığıdır çocukluğumun
kırağı
toplardık karşı yakadan,
top
oynardık itiş kakış
senin
de çocukluğun oldu muydu
Dylan
Thomas rüzgârı durduran
Wolfgang Borchert
Hamburg’da
limana yakın bir yağmur
türküsünü
söyler liman işçilerinin
kuşlar
iner yağmur sonrası
kasketli
bir sarhoş sevinir buna
Hamburg
derin çığlıdır vapurların
yağmurun
camlardaki sesi.
parkları
yaklaştırır birbirine
güz
solgunu iki sevgiliyi
geçer
bir hışımla kuşlar
daracık
sokaklardan
ıslanır
incecik bir kız
kuşlar
için için sevinir buna
ah
Hamburg, bir görüntüdür yalnızca
silinip
gider camlardan
fenerleri,
göz kırpan yıldızları kalır
liman
işçilerinin aklında
Feqiyê Teyran
Van-Bahçesaray
arasında yoldayım
iki
sıra kavak birkaç kara at
dolanıp
gelmiş bütün Mezopotamya’yı
halsiz
düşen ruhun Feqiyê Teyran
bir
kız gül vermiş taş yapının önünde
kuşlar
toplanmış dört bir yanına
aşk
ile söylemişsin gül zamanı
kuş
konmayan dalın türküsünü
ah
güzel insan gönlübol bilge
senden
sonra da sürmüş talan
yumuşacık
toprakta türkü söylemiş
gül
ile reyhan
ben
kuşlardan öğrendim varlığını,
yürüdüm
geldim yokluğun kapısına
bir
yağmur damlası olana dek
Van-Bahçesaray
arasında
John Ashbery
güz
titriyor ırmağın kıyısında
deli
gibi yağan yağmur otları eziyor
çocuksun
daha yol alıyorsun
hamamı
geçip sebze haline doğru
elinde
senden büyük siyah bir şemsiye
göğü
dengeler gibisin
sulara
bata çıka yürürken çizmelerinle
gamzelerinin
mutluluğu okunuyor
göğü
puslandıran sularda
rüzgâr
da var sıkı tut şemsiyeyi çocuk
daha
gidilecek yol var, yaşanacak
hayat,
geçilecek deniz
budala
güneş görünecek bir gün
koluna
girince sevgilin
kanatlanacaktır
sevincin
Mario Luzi
ışığı
geçen kuş masumdur Luzi
konuşsa
da bir başka kuşla
gölgelerin
koyuluğunu, ovanın düzlüğünü,
toprakçıl
insanın toprağa dönüşünü
sen
de varsın biliyorum, ışığı bölen
varlığın
var, toza bulanan yüzün,
sıkıntılı
dingin üzgün
bir
konuşsan rüzgâr susar
sesin
nasıl da toprakçıl
ta
denize kadar ulaşır kuşlarla,
taşlar,
incir ağaçları [topu topu
birkaç
ağaç], ne kadar çorak dünya
ne
kadar gizemli bakışlardan geçen
yapraksız
ağaçlar, kül güneş Luzi,
gölgemiz,
dağınık parmaklarımız
kof
nesnelerin derin uzantısı
Andrea Zanzotto
köy meydanında kör kuyu
kuşlar
dönüyor çevresinde
duvar
diplerinde ölü sessizlik
sürerken
çekip gidiyor yaz ikindisi
süklüm
büklüm yaşlı bir köpek
boşaltılmış
bir evin kapısında
çatık
kaşlı jandarmalar geçiyor
kuşlar
can havliyle uçuyor
birkaç
yanık ağaç
yıkılmış
cemevine bakıyor
görüyorsun
hayatımızı Andrea
titriyor
savaşın fitili hâlâ
topraklarımızda
meyveler çürüyor
dallarında,
çalıkuşları korkuyla uçuyor
Sait Faik
Abasıyanık
yeniden
denize döndün balığa yeniden
dünya
dar geliyor sana çocuk
gördün
ya bir kuşun gözünden
övülesi
denizin mucizelerini
ondan
pırıl pırıl sevincin
güneşin
yükselişini görünce denizden
teknenin
üstünde bir kuş
uzun
uzun ötüyor ya
sesinin
izi kalıyor gökyüzünde
parmak
uçlarında çingene bir gül
yalınayak
bir yağmur sessizliğinde
döndün
ya denize çocuk
kuşlar
dikiyor gözlerini üstüne
hay
sen çok yaşayasın çocuk
kasketini
yıkıp da uyuklayan güneşi
uyandırdın,
hışt hışt dedin bir
çingene
kıza, patlattın tokadı
şımarık
rüzgâra
hay
sen çok yaşayasın çocuk
Cesare Pavese
ağaçların,
üzüm bağının çıtırtıları
gecenin
sessizliğini bölüyor
soluğunu
duyuyorum çubukların
seslerini
durmadan öten cırcırböceklerinin
kent
oldukça uzakta çardağa
görüyorum
soluk kirli ışıklarını
deniz
içimde dalgalı, bir türlü
durulmayan
ruhuma benziyor
hüzün
mavisi hayatım
olmayacak
hayallerle dopdolu
yorgunun
hastayım bitkinim
beni
intihar ediyor Cesare Pavese
beni
intihar ediyor İlhami Çiçek
gecenin
derin sessizliğinde
Ruben Dario
deniz
kıyısındaki gür yapraklı ağaç
baktı
geçti sessizliği
birkaç
adım ötedeydim
denizi
kıyıda bırakıp
giden esintide
atlar
geçti göğü yırtarak
deniz
kıyısından
gördüm
üzgün gölgelerini
güneşle
soluk alan
çiçeğe
yürüyen kaplumbağa
baktım
çiçeğin farkında değildi
dokundum
kalın kabuklarına
bir
ırmak aktı parmaklarımdan
yavaş
yavaş yaklaştım denize
sessizlik
denizin kardeşiydi
Edward Said
rüzgârdan
sorulur ormanın duruşu
karıncalardan
ekmek kırıntıları
ey
yaşam! akan kan ne zaman durulur,
kime
soralım kurşun yanığı dereleri?
buğdayı
bölüşür, aynı yıldızların altında
yatardık
damda yaz geceleri,
tavuklarımız
karışırdı birbirine
kilitsiz
kapı önlerinde
ey
yaşam! kime soralım acıyı, akan kanı,
ey
çılgın ve sağır tacirler
yeryüzü
efendileri, kim silecek
çocukların
yüzündeki korkuyu?
Orhan Kemal
beni
daracık sokaklara, itiş kakış
yerleştirilmiş
evlerin önüne bıraktılar
yüreğim
teyelli sokak çocuklarına
kenar
mahallelerden fırlayan
ben
belki Orhan Kemal’in romanlarından
fırlamış,
yağmurda kalmış bir çocuğum
sokaktan
geldiğimde
babam
Bossa’dan dönmüş olur
elleri
ceplerinde saçları dağınık
bizim
buralarda yoksuldur insanlar
çıplak
bir yağmurdur yürekleri
pamuğa
giderler üç kuruş için
beni
yarım kalmış sevdaların eşiğine bıraktılar
kimse
ölçemez gökyüzü kadardır yaşamım
kenar
mahallede arkadaşlarım var
bıçkın,
sevdalı, fırlamış gibiler
bir
Orhan Kemal romanından
Homeros
ah, Homeros
ağır aksak bir dize
bulsam da övsem seni
kim
nerede ne zaman geçmiş denizi
ellerim
balık, göğüm martı çığlığı
görmedim
yüzümdeki güneşten
ne
geçeni ne yelkenlinin direklerini
[ah
Homeros, eskiden bizim sokakta
bir
çift turna görmüş uçmuştum
patikalar
üzerinden Toroslar’a]
kim
nerede ne zaman geçmiş denizi
Homeros
biliyor, yağmuru, yere düşen
damlayı,
kırağıyı yüklenen göğü, balığı
insanoğlunun tükettiğini gördüm diyor
Eugenio Montale
yağmur
toz kaldırıyor
toprak
damlı evlerin üzerinde
incir
ağaçlarının yaprakları
uzaktan
parlıyor, ötede deniz
ilk
yağmurunu alıyor bütün
yaz
boyunca, sonra toprak
kokuyor,
bu kokuyu seviyorsun
inerken
denize doğru başın
dönüyor
kokudan, belki de
yaşlılıktan
toz
kaldıran yağmur diniyor
arkadaşlarınla
geçtiğin yoldasın
çoğu
öldü düşünüyorsun da
topraktan
tüten toz zerre kemik
belki
gelincik ya da buğday
konuşuyorlar
yağmur sonrasını
tekdüze
fısıltılarını duyuyorsun
güneş
açarken mezarlığın üzerinde
parlıyor
mezar taşları
deniz
kenarında rüzgâr çıkıyor
alıp
götürüyor son yazı ve şapkanı
Cesar Vallejo
gül
zamanıdır İspanya,
bir
zamanlar, cumhuriyetçilerin yenilgi
sonrasında
şahmeranın ağzındaydı gül,
tanığıdır
rüzgâr gülü
gül
yanığına gömüldü Lorca-
topuklarına
diken battı Madrid’in
gördün
kurşuna dizilişini duvar diplerinde
cumhuriyetçilerin
gülün
sızdığı yazlar geçti
gül
kanı kaldı İspanya sularında
çiçekler
ortancalar kediler
derken
elden ele dünya
ortancaları
ben de gördüm
pencere
önüne konan saksılarda-
hayat
böyle akar ince ince
çocuklar
büyür bisiklete biner,
yaz
gelir yine Madrid'e
Fetva Tukan
Nablus’a
yaz gelmiş, gül kokuyor
sokaklar,
kuşlar özgür uçuyor,
gül
alıp veriyor kadınlar birbirine
hüzün
okunmuyor yüzlerinde
böyle
görmek istiyorum Nablus’u
boğazlanmamış
işgal altında sokakları
çarşılarından
el ayak çekilmemiş
güneşi
Arap güneşi olmuş
ve
doğrulmuş dizleri üstünde
Fetva
Tukan da böyle görmek isterdi Nablus’u,
örselenmiş
yüreğini yaz yağmurunda
yıkamak,
caddelere çıkmak çıkmak,
bağırmak
bağırmak bağırmak
özgürüm
artık diye
ah
büyük hüznü Arap halkının
geri
dönüyor şiirlerinde
Nablus’un
gecelerinde yıldızlar
yazın
türküsünü söylüyor yine
John Cornford
ah
John, hangi vadide hangi siperde
yitirdin
gövdeni? İspanya gökleri bilir,
ayaklanan
ağaçlar, sular, ovalar,
kuşlar,
ovaya inen kurtlar
bilir
onurunun beklediği zamanı,
dingin
bir kayada rüzgâr mı çıktı?
örseledi
mi gencecik kalbini toprak
sorayım
uzun uzun bırak
ah
John, sevincin kanatlı oğlu,
kulak
kesildin İspanya’nın acı
çeken
ağacına, bağ bozan hoyrat
elleri
gördün, koştun yardımına
Mimar Sinan
dedim
ki onlara Mimar Sinan deha
bir
çocuk, taşı dinliyor rüzgârı savıyor
oturmuş
Selimiye’nin bir taşına
rüzgâr
adları sayıyor
dedim
ki bütün bir Osmanlı mülkünü
dolaşmış
Sinan, yıldızlara bakmış,
köprüler
sarnıçlar manastırlar görmüş –
alnı
akıtmalı bir atı sayıklıyor
onlar
dedi ki tılsımlı bir yol onunki,
sakalları
uzamış portakal iriliğinde,
zemini
yokluyor lodosu sorguluyor,
parmaklarının
hüneri yedi güzel serap
dedim
ki onlara Sinan öldüğünde
yoktu
kimseye borcu, sessizliğin
sesiydi
bütün mülkü, yalnızlık
urbasıydı
giydiği de
Boris Pasternak
deniz
tüketiyor soluğunu, karşısında
koca
orman, rüzgâr ve kuşlar
gündoğusuna
hazırlanıyor, otlar
yaz
fısıltıları yayıyor ovaya
çadırımızı
kurarken açık göğe
geçiyoruz
uçsuz bucaksız enginliğe
sonraki
eşik ölümsüzlük
ölsek
bile devam ediyor taşın içinde
dört
mevsim
kıyılara
yayılan kuş sesleri
çınıltılar
sonra
içimize sokulan patikalar
ince
yağmur uzadıkça uzayan
gün
boyun eğiyor gücümüze
çıplak
ayakla geziyor içimizde yaz
gece,
dut ağaçlarının tepesinde ay
sarmaşığa
dolanıyor süklüm büklüm
ot
yığınlarına düşen ışığını
bağ
çubukları da paylaşıyor
alışılmış
bir dinginlik bu
sesin
sessizliğin ışığın çivilediği
öyledir
ruhumuzun da uçukluğu
kim
bilir belki bir turna uçuşu
yaz
göğünde
Baudelaire
Paris’in
kış gecelerine yağmur yağar
oluklar
dolup boşalır
üşür
hayaleti küçük kahvelerde
soluğunu
duyarım kirli oluklardan
düşer
bir omzuna kaldırım çiçeği
Paris’in
soğuk gecelerinde, ah
esriktir
derin denizler kadar
eğri
büğrü ruhunda çiçek açan pasajlar
ölümü
hep yanında taşır ya insan
görür
o büyük boşluğu
soluk
alıp verirken baş ucunda orman
enkaza
döndürür yıllar onu
uçtadır
hep uzlaşmaz ne yağmurla
ne
kuşlarla, kalır pasajlarda izi,
perdelerde
kanayan panjurlarda
renklerin
kokuların çılgın gizi
Miguel Hernandez
ey
çocukluğundan uyanan şair,
Ocana
hapisanesinde seni
yaşatan
soğanla ekmeği övsem
yeridir,
düşlerine giren İspanya
kırlarını,
şafak çiçeklerinin uyanışını,
elmacık
kuşlarını kovalayışını
biliyorum
sözcüklerini tutuklayamadılar
onlar
pırıl pırıl kaldılar
kâğıtlar
üzerinde, onurlu,
dimdik,
kır havasında
ey
İspanya’nın esmer ırmakları,
kırlardan
doğan tarla kuşları kadar
özgürdü
yiğit evladın Miguel
İspanya
kana bulanmadan önce
ey
Madrid’in sokaklarını dolduran kırlangıçlar
uçun
yine, sözcükleri parlatan bir şairiniz
var
zalimlerin elinde
haydi,
havalanın onun yerine de
beşiğinde
büyürken yavrusu
Can Yücel
şimşekten
söz çekiyor Can Yücel,
lodosçudur
şiiri. hiç bilinmeyene götürüyor
gölde
sandalı. derdi değil bir kamış
olmak.
ay ışığında demleniyor
işte
ormanın yaprağı, suyun hızı,
bir
şey eksik değil tastamam manzara
bir
kibrit çaksa yanacak lamba -
sandalda
esrik yıldızlar da
orman
her gece göle iniyor
soyunup
giriyor ay ışığında
göl
ki daha bir göldür artık
olur
ya bir daha alırlarsa içeri
göle
doğaya kuşlara içiyor
bilekleri
kelepçeli günlerine, kedilere
köpeklere,
hoyrat bir elin kestiği taşlara,
kütükteki
üzümlere içiyor
sormadan
rüzgârın yönünü
gölün
mucizelerini
Benjamin Peret
deniz
köpüğü gülüşlü kız
oturdu
parkın kanepesine, ayak dibinden
kuşlar
uçtu menziline, kız güldü,
oradaydım
kesildi dizimin dermanı
sanki
geçmişim deniz derya
başımda
gök mavisi bir şapka
deniz
köpüğü gülüşlü kız
yürüdü
salındı çimenler üzerinde
horoz
ibiği kırmızısı güneş
bir
bulutun ardına sıvıştı
oradaydım
kendine yeterli bir
adam
olarak gördüm
göğün
işçiliği soldu
deniz
köpüğü gülüşlü kız
geçip
gitti önümden elinde sümbüller
uzun
uzun baktım arkasından
yakındı
kendime bir buluttan
kuşların
çize çize lekelediği
Michel Deguy
gölgelerden
kuş yapıyor rüzgâr
çınarın
çevresinde kuşlar var
eşya
yok birkaç kanepe dışında
kanepeler
kuşlara bakıyor
çınarla
ben kayayla rüzgâr
göz
kamaştıran taşlar, balkıyan otlar
toprağı
dinliyoruz yaslanıp kuş gölgelerine
öğle
saatlerinde
güneş
kılıç ışınlarını saçıyor
içimdeki
göle, sıradağlara, çınara
yapraklanarak
geçiyor zaman
gelincikle
dolu patikadan
ışık
gölgeye koşuyor çok yakınımda
çınarla
ben dalıyoruz ışığın içine
kanepeler
bunu konuşuyor
uçuk
saatlerde
sandal
gölü çekiyor çınarın altına
göl
artık içimizde
Erzurumlu Emrah
çiçek
sokmuş dişlerinin arasına
bir
kız Erzurumlu Emrah’ı utandıran
ısırılmış
bir elmanın sesi
“âşık
ne gezersin köy ortasında?”
belli
ki gül yarasıdır Türkçesi
dolanıp
gelmiş bütün nehirleri
turna
türküsü akasya kokusu
sinmiş
yakasız ak gömleğine
o
ki göçün ipek sesli rüzgârı
ayrılığın
ince ince tüten dumanı
geldi
geleli dünyaya
kendine
simurg
damağından
seken türkü
soluk
soluğa kalan yeraltı suyu
Âşık Veysel
ne
kadar yalnızsın ne kadar kalabalık
ey
toprağa bağlı sarmaşık
insan
ne kadar bağlıdır toprağa
kısacık
bir tümce ömür oysa
yoruldu
belli ki uzun ince yolda
ağır
bir ahır kokusu karşıladı Veysel’i
kim
gelebilir gece yarısı
bütün
gün peşinde dolaşan Pars’tan başka
denizi
göğü tahıl ambarlarını
kalabalık
caddeleri kırlangıçları görmeden
dokundu
duydu kokladı sadece
kuğuları
kuşları gülü
dediler
Veysel dokundu bir geyiğe
burkulmuş
söz gitti değdi geyiğe
dediler
bastonunun ucu gösteriyor denizi
dedim
üç balık dört güvercin
çok
sığ dünya
Hacı Bektaş Veli
çakıl
taşlarıyla konuştum sularla yüzleştim
önde
deniz arkada görkemli Toroslar
geçtim
zambakların içinden
yaklaşıp
dedi ki kuğu boyunlu dengbej
“dağlarda
geyikleri öldürdüler”
“yoktu
yanımızda Hacı Bektaş Veli”
yumuşacık
adımlarla dans ederek geçtim
kulağımda Bach’ın sol minör flüt
konçertosu, gözümde canlandı balığa
binmiş
Hacı Bektaş Veli, koltuğunda
arslanla
geyik
arkada
rüzgâra taç giydiren Toroslar
bağlar,
üzümlükler, dünyanın buğusu,
var
mıydı dünya, çok şükür vardı,
yoktu
belki geyikle Anadolu’yu gezen
bir
Veli
Ludingirra
senin
için şiir bir deniz kıyısı
dağın
uzantısı bir göl Ludingirra
şiir
yolunu gözleyen zarif anne
akikten
yüzüğü gümüşten tarağı
anacığına
sevgin bir sarnıç serinliği
selamın
gider turna kanadında
gül
alıp verdiğin kızlar senin için
dediler
o harlı bir güldü, soldu yaz öğlesi
adını
bir şiir dergisine verdiler
benim
ülkemde, dağıldın yeryüzüne
Aleksandr Blok
yağmurla
ıslanan sokağın aylak kuşları
gürültüyle
geçiyor. St Petersburg’da
koşuyor
bir çocuk düşleri dolaşık,
yüzünde
yağmur damlaları
olgunlaşan
devrim sokaklara kendi
değerlerini
taşıyor, dalgalar
dövüyor
eski dünyanın kıyılarını,
yalpalayış
yok ırmakların akışında
bizim
de uçsuz bucaksız düşlerimiz
var
Aleksandr, bir panayır yerine
döndüğünde
köhne dünya, döneceğiz
elimizde
elma çiçekleriyle, göreceğiz
bulutların
ardından, tırpanın
indiği
otların içinden taze güneşi
Ek:
koca
bir yüzyıl geçti, yürüyoruz
Naz
ile ben bir hastane koridorunda
kollarımda
serum şişeleri, camdan
görüyorum,
koşuyor bir çocuk denize
Giuseppe Ungaretti
bulvarı
geçiyor monoklla bakan göz
ölü
siren sesleri
akşamın
alacasında
caddeyi
boydan boya geçiyor monokl
bulvarın
köşesindeki çiçekçi kız
siren
seslerinden rahatsız
görüyor monokllu adamı
buzul
yüzü ölümü andırıyor
adam
durup gökyüzüne bakıyor
bulutlar
külrengi, ‘ne bungun
hava’
diyor içinden
‘çılgın
bu çiçekçi de’
yüzlerce
güvercin iniyor bulvara
kanat
sesleri dolduruyor
sıralı
ağaçların gölgelerini
Paul Eluard
gürültücün
kim? sokağın şımarık kırlangıçları mı?
günün
güneşi düşüyor kesilmiş bir dilim
şeftali
gibi, kuşlar gölgelere karışıyor,
kaldırımlara
taşan kafelerin etrafında
esenlik
istiyor Paris, kuşlar fır dönüyor
anımsatırcasına
özgürlüğü
biliyorum
gözlerinin içindedir
umut,
aşk parıltısı, yaşama gücü
sokağın
kırpıntıları yokluk yıkım,
mutsuzluktan
delik deşik duvarlar
geride
kalıyor, Nisan kanatlanıyor,
bungun
sokaklar kapılar yok artık
ilkyaza
giriyoruz Paul, oltandan
kaçıyor
bir balık, rengarenk bu sabah
rüzgâr
gökyüzü deniz,
fışkırıyor
bağırmak arzusu içinden
bağırıyorsun
geri dönen esenliğe
W.B.Yeats
yaşlı
adamlar göl kenarında
neye
bakarlar? kuğular kamışlar,
eğri
büğrü uçan kuşlar var,
yoksa
geçen bulutlara mı bakarlar?
kim
bozacak doğanın dinginliğini?
hangi
ihtiyar dağıtacak bu hüznü?
kuşlar
kamışlar kuğular
uçuveren
dalgınlıklar mı?
sakin
sessizlikte yaşlı adamlar
delikanlı
doğaya mı bakarlar?
yaza,
diz boyu otlara, bayırlara mı,
yitip
giden fırtınalı yıllara mı?
yaşlı
kadınlar da var göl kenarında
rüzgârın
sesini dinleyen,
umarsız
parmaklarında çiçek açan yaz
güç
veriyor incecik kollarına
Sait Maden
denizin
uyandığını gördüm bir kıyıdan
toprakta
nisan kokusu
denizin
inceliklerine imrenen kuşlarla
konuştum
akkavak hışırtısını
ağaç
diplerinden yürüdüm denize doğru
balıkçılar
çoktan açılmış enginlere
güneş
sarkıtıyor oltasını içime
yol
boyu rüzgâr hafif kendine
yenilendim
uzun boşlukları geçince
kuşları
sevdim denize yazdım ölümsüzlüğü
sarsıldım
her ölüme
yolum
uzun bakınca bir kıyıdan
tıkır
tıkır işleyen ağacın serabıydım
ışığı
gördüm suya dokundum
rüzgârın
fırıldağıydım bu dünyada
Neşet Ertaş
kirpikleri
bir ikindiye birikirdi
salılar
çarşambalar perşembeler geçti
yaz
bitti bakışları bozkır şimdi
taştan
taşa sekerdi sesi
yırtılan
bir bozlak, tozlu istasyonlarda
akasya
hışırtısı, parklar -
sesi
taşar giderdi akarsulara
artık
denize bakmayacağız
taşın
dilini otların türküsünü duymayacağız
öldü
bozkıra kar yağdıran,
serçelendi
döküldü avluya ikindi
şapkası
kaşına indi, yaz bitti
Friedrich Hölderlin
ovanın
üstünde çırpınan rüzgâr
yaz
güllerinin kokusunu getirdi kıyıya
dolaşıyordum
neşe yaratan kuşlara bakarak
hayata
neşe katan hısımlarımdı onlar
ben
de dünyaya öyle saf düşmüştüm
üstümde
yakasız bir gömlek
içimde
yalın saf bir yürek
dil
denen kıyısız bir denize dalmıştım
ben
de tasadaydım kısacık ömrümde
kanatlarım
yandı Sivas ilinde
ruhumda
kopan fırtınaları duydu
bütün
kıyıları dolaşan balıkçı
oturuyordum
ak kavakların altında
yoktu
insandan başka kurtarıcı
evi,
akraba yurdu, erdem dolu
incir
ağaçlarını
Nelly Sachs
yıldızları
toplayıp getirdim sana
mezarlarının
yanına koy
dinlesinler
sesini
denizin
başucunda
kahredici
akkor
defnedildi
nasılsa
yıldızla
tuz kâğıtla toz
zeytinle
şarap getirdim
deniz
kabukları sürekli masanın üstünde dursun-
gececil
kal öyle sırrınla
sözcüklerin
arasında bungun
gırtlağına
dek gömülü hasretinle
çiçekle
buz getirdim ayın parladığı bir gece
mercan
balığı levrek
sıcak
bir iklim Akdeniz’den
ince
uzun deniz taşı
dupduru
bir gök
bir
başlangıç olsun
dehşet
dolu yılları unutmak için
Tomas Tranströmer
otları
ezen rüzgârın önüne durduk
geldiler
tek tek tabutları getirenler
görmek
istemiyorduk hiçbir tabut
kör
bıçak açlık grevi
gün
gün soldurdu güneşlerini
cezaevlerine
beklenen tansık
gelmedi
ah
Tomas, özgürlük ince bıçak
benim
yurdumda
bir
daha görülmedi
kapandı
demir kapılar
dediler
ki zulmün saati
işliyor
kapanmayan bir yara gibi
umudumuz
büyücü doğaya kaldı
uzun
otlar, çiçeklenen kiraz ağaçları
mezarlığın
ötesinde Tomas,
ölenleri
toprağa verdik
rüzgâr
serinliğini bıraktı yüzümüze
ağzımızda
sözcükler kül
ölenleri
konuştuk
Anton Çehov
korumamız
gerekiyor kır evini
çalıkuşunun
kulağımızda kalan sesini
geyikler
inmiyor eskisi gibi göle –
terk
edilmiş komşu köyler
gök
ne güzeldir yaz günleri
ne
çok şey öğretir yağmur
birdenbire
yağan –
toplarız
semaveri çay fincanlarını
annemin
eteklerinde telaş
kuşlar
çırpınır unutulmak için
yüzyıllardır
vardır yağmur
yağar
nice acılara
annem
ki ne çok üzülür
yılkıya
bırakılmış bir at görse
hüzünler
ki gelir geçer
yağmurun
şaşkın ışığı gibi
Kafka
parkın
kanepesinde sarı yapraklar
uçuştu
rüzgârla. istasyon parkı
solgun
bir şarkıydı her zaman.
koparıp
bir çiçeği yakasına iliştirdi
serçeleri
görmeseydi aşkı düşünmezdi
onda
bir Milena kaldı
bende
aşkın suçsuzluğu
saflığın
kışa girerken serüveni
aldı
götürdü serçelerin sevincini
şaşırdım
bu nasıl bir aşktı
rüzgâr
vardı unutuverdim adını
onda
bir Milena kaldı
hatırlıyorum
Milena’yı, derin
gözlerini
sevince döndüren güneşi,
onda
bir Milena kaldı
bende
kuğu boyunlu aşk sözcükleri
Sappho
yaz
ayları unutmak içindi
omuzlarını
kanatlarını gözlerini
o
ki her zaman yanı başımızda
ak
giysilerini yırtan biriydi
evlerden
evlere geçen telaştı
bir
sevinç patlaması etekleri
külün
coğrafyasında kaldı
sargı
tutmayan yaralarının izleri
unutmak
içindi çiçeklerin adı
kül
rengi bir gökyüzü altında
parlayan
yüzü aşktandı -
kanatlarını
dolduran yalın rüzgâr da
bize
öyle gelirdi belki kim bilir
gözkapaklarını
yumduğunda acı
bin
gözle bakardı başka acıya
dünyaya
bulanmış biriydi
Alberto Giacometti
nesnelerin
de dili vardır konuşur
yaz
öğlesi ikindi akşam
artık
arama zamanın boyutunu
o
içine dökülen ışık
nesnelerden
yaptığın yontulardan
girmeli
içeri, acemidir elleri
yağmurun
rüzgârın dokununca
canlanıyor
yeryüzü gökyüzü
bir
madeni al işle damar damar
ışık
koy gözüne ağız ver
konuşsun
seninle ağrıyı acıyı -
artık
arama insanlık için güzel günler
bizi
sorma nesnelerin dilini öğreniyoruz
boyutunu
rengini kokusunu
karıştırdığımız
da oluyor birbirine
kuş
sesi yaptığımız da
duruyor
küçük yontuların
balıkların
gözlerinde
Cervantes
oturdum
yanına ağacın kuşun
kıyıdan
kendine giden rüzgâr
karıştırdı
okuduğum kitabın sayfalarını
kâğıt
hışırtısı, dalgaların sesi
eskiden
de böyleydi öyle tanıdık
kısa
sürdü rüzgârın esintisi
Cervantes’e
döndüm kıyıya yakın
ağacın
altında kuşun yanında
bir
çağı hissetmek içindi
yoksula
inen keskin tırpan
kısa
sürdü yapraklarla söyleşi
rüzgârsız
bir ağaçtım döndüm
sokağa
ağır ağır inen akşamüstüne
içimde
yazı toplayan hasat zamanı
Cervantes’le
aynı yolu yürüdüm
Azer Yaran
kuş kuşa yem götürür
Bir türküden
güzel
gümüş bir ay çıkmış
söğütlerin
kavakların arasından
işliyor
ovaya derelere usulca
iki
yanı ağaçlı köy yolunda
tozlu
yol bir tümseğe bakıyor,
bir
çiçeğin gözüne toz konmuş,
menekşe
fısıltıyla konuşuyor geceyle
“bu
gelen kim ağaç denizine?”
duyuyorum
sesini safran sarısı
bir
kuşun sessizliği tartıyor,
tenleşiyor
çiçeğe duran gece
boşluğa
bırakılan sessizlik de
Azer’e
gidiyorum yıldızlı bir gece
Yesenin’in
giz dolu çevirmeni
alnı
değen sürekli denize –
saklı
bir koy şiiri de
Ataol Behramoğlu
kocaman
bir ağacın yazıydım
tenha
gezindim deniz kıyısında
ürperten
bir rüzgâr, kavaklar
çocukluğumun
yazları içindi
küçücük
bir çocukken Kars’ta
kendimi
geçtim, büyüyünce
bütün
aşklar benim içindi
çadırımı
hep hasretlere kurdum
unutuverdim
göğün uzun ırmaklarını
zeytini,
incir ağaçlarını, yuvarlanan portakalları,
sözcüklerdi
içeride olan ağaçlar değil,
ben
hâlâ kesilmiş ağaçların kabuğuydum
güzel
geçti yaz, yaz sonu açlık grevleri
yeni
bir dünya içindi
sabaha
biriken kırağı
güneş
vurunca uyanıverdi
Dede Efendi
denize
bakardık
‘bakmalar
denizinin’ eskidir zamanı
verilmiş
bir dil, bir müzik
getirip
boşaltırdı geçmişi
akşam
eve dönerdik balıktan
daracık
sokakta kapılardan sızan
sokağı
dolduran dolunay
Dede
Efendi’nin müziğiydi
yazı
okurduk uçsuz bucaksız besteler içinden
ağacın
içinden geçen rüzgâr,
asma
kuşunun neşeli sesi
bunalmış
ruhumuzu havalandırırdı
yazı
okurduk sardunyalı pencerelerden
develerin
tonlarca yükü keder
ne
surlara ne sokağa uğramazdı
biz
böyle kuş kadar yeğni yaşarken
Sabahattin Ali
sabah
kırağısında bulduğum tazeliği
güne
katıyoruz. işte varlık diyorum
nasıl
kırılıyor ışığın kanadı,
nasıl
yürüyor yem taşıyan karınca?
bir
bozkır bozlağı bu tek ağaç
boşluğa
düşen sarı yaprak
sonbaharı
aydınlatan anlam –
kara
kışa gömdük acılarımızı gidiyoruz
bir
tırtıl toprağın telaşını görüyor
bir
kuş gagasını toprağa vuruyor
yol
uzun gidiyoruz yan yana
bilmeden
celladım olduğunu
toprağın
telaşı göğe geçiyor
gidiyoruz
yan yana celladımla
aklımda
yol gösteren bir geyik
yaşlanan
acılarımı unutmak için
Oğuz Atay
köpekle
bakışıyor dingin gün
iri
gagalı kuşlardan belli
evde
kimsenin olmadığı –
kapı
önünde birkaç kedi
güneş
damlamış bardağına
oturmuş
kırmızı şarap içiyor
yanında
kocaman bir köpek
gölgenin
salıncağında
kuşlar
fır dönüyor öğle vakti
kuşları
düşünmüyor aklı masasında
‘tutunamayanlar’ın
son tümcesinde
unutulan
bir şeydir yabancılaşma
hep
önde gittiğini biliyor rüzgâr
ya
Oğuz Atay, o da öyle o sıra
bir
ağustosböceği sık ağaçlardan
taş
döşeli avluya çağırıyor
Bilge Karasu
gökle
yıkanmış buğday
ya
düşer toprağa yağmur yağar
ya
uçar tarlada bir rüzgârla
bir
keseği uyandırır uykudan
kimin
bahçesinde olursa olsun
derindir
sessizliği narla incirin
konuşur
sadece kuşlarla
denizden,
ölümsüzlüğünden denizin
su,
zambağı büyütür geceleri
ay
büyür kedisiz avluda
incir
ağacının bilgeliği
geçer
toprağa düşen buğdaya
yaprağın
telaşından anlarım
rüzgârın
geçtiğini yoldan
göz
göze geliriz – gökyüzüne
bıraktığımız
kuşlardır sevincim
Hegel
yola gittim uzun soluk soluğa
yeni
yılın ilk saatlerinde
geniş
yüksek bir ağacın altında
dinlenirken
gök
bir
denizin kıyısıydım, gelmedi beklediklerim,
çalmadı
hiç cep telefonum
oturup
Hegel okudum, ışığa tuttum
elimi,
rüzgârı ağaca bağladım
yeni
yılın ilk günü varlığını keşfettim
ışıkta
kuşun, kamışta sazlığın,
gölgede
güneşin, yol gittim,
kendime
gittim bir yaprak hışırtısıyla
eve
dönmek için bir neden yoktu
dile
döndüm yorulan sözcüklerle
koltuğumun
altında kalın bir Hegel kitabıyla
fırfırlı
bir rüzgârın eşliğinde
yola
gittim
Itri
tek
sevincim pırıl pırıl bir su
geçip
gidiyor müziğin içinden
bir
geyik, birkaç kuş
gölgeler
bırakarak yeryüzüne
yağmur
yüklü ışıklı bir ağaç
kaçıp
gidiyor küçük koruya
daha
bir erinçli kuşlardan
koruya
sığıması çok zor
gece
çöküyor ovaya Itri’nin müziği
doluyor
evrenin kuyusuna
pırıl
pırıl bir su, yeryüzü erinci,
sekiyor
taştan taşa
tek
sevincim gece boyunca Itri
kulesine
çekilen erinç
mumların
yandığı orman müziği
Mozart
karnesi çiçekli sesi beyaz
bir çocuk o – uçan bir sümbül
şimşeklerden korkuyor su
yolunda
Viyana Prag arasında
serçe ayaklı bir sabah
gidip yüzünü yıkıyor durgun bir
suda
yol boyu söğütler, ah söğütler
derin gölgeler arasında
su, çakıl taşlarını ovan su
gibi akıveriyor müziği çilek
tarlalarına
Viyana Prag yolunda
söğütller akıyor söğütler
akıyor
geldiği bahçe biraz bahçeliğini
yapıyor
bir çocuk o bahçeye değil
yalnızlığına bakıyor, nasılsa
bir yerden
dünyaya düşmüş biri olarak
Hallac-ı Mansur
sonra çiçek olur dünya, yazdır
yürür gider Mansur sokaklar
boyunca
sığmaz kendine sakalları vardır
bir kuş, birkaç kuş konar
omzuna
aşk cephesindedir ruhu dünya
kadardır
kanar gider inancı yaz
ortasında
külünün Dicle’ye savrulduğu söylenir
suretidir savrulan, kendi yaz
göklerinden
çıkar gelir
küller ağaçlar ve kavak ağacı
zindandadır, konuşur düş kuran
gözleriyle
Hallac olan taşın ağzı
güzeldir suyun gözü, kan yazan
ele karşı
her çağda bir Hallac-ı Mansur
vardır
yürür gider yaz göklerine
hırkası tenhadır
Haçaturyan
ağaçların arasından denize
gidiyorum
kulağımda ‘Lermontov Süiti’
hey diyorum koca Haçaturyan
dinleyince müziğini deniz de
ürperiyor
(ben ki hayata ayak sürümüş
umutla yürümüşüm, bir çift
sözün izi kalmış
gül ile diken arasında)
nesini söyleyeyim sürüp gidiyor
müziğin halkların havasında
eskimeyen gökyüzü altında
(ben ki yürümeyi öğrenmişim,
fitili kısılmış, gül tartan
terazisi kırılmış halklardan.
o yüzden ağır çekiyor sözüm)
Dmitri Shostakovich
Dmitri Shostakovich
korkacak bir şey yok
burada Şostakoviç dinliyoruz
denize bakıyoruz söğütlerin
arasından
bir rüzgârı sürüklüyor
Şostakoviç
Rusya’nın bozkırlarında
dizbağlarımız çözülüyor
yılkıya bırakılmış atlar gibi
yaşlılık belki ölüme yakınlığımız
deniz yalnızlığı birleştiriyor
ellerimizi
Kürtçe bir ağıt dinlediğimizde
ağrıyor göğümüz, sulardaki
ürpertiyi duyuyoruz, sonra görüyoruz
kışı karşılayan kuşların
yürüyüşünü
ah Şostakoviç, kutlu serinliği
müziğin,
sert geçen kışa, yuvarlanan
portakala
dinletiyoruz seni, konukluğumuz
sürüyor
yeryüzünde, kim bilir ne zaman
gideriz,
şiiri ne kadar uçurabilirsek
o kadar mutlu ölürüz
şimdi hadi çevirelim bir
olanağa
hastaneleri eczaneleri
Nesimî
hiç dokunmadan geçiyorum
nesneleri
ot kum maden hepsi izlerimi
taşıyor
sonra havası suyu ağacı
havuzun saf olmayan kuğusu
derin etkisi ayak ucumdaki
kedinin
bir başak selamı güneşin
geçip gidiyorum bir aklık
içinde
yüzümde bir zambak utangaçlığı
bir Nesimî sabrı yaralarımda
bir gül tedirginliği
bakışlarımda
dokunmadan geçiyorum dünyadan
dokunduğum her şey küle dönüyor
nesnelerin tılsımı sıcak
Nesimî’nin kanı sıcak
dolanıyor bütün Orta Doğu’yu
samanyolunun yumuşacık eliyle
sıcak bir iklim gibi kanı
akıyor uzun eski ırmaklara
uzun eski ırmaklardan geçiyorum
parmaklarımdan akıyor
Anadolu’nun lirik iksiri
Antonio Gramsci
çiçekleri nereye koyayım?
Gramsci için
bunlar. içerde değil
dışarıdadır yüreği. deniz
kıyısında bir buluta
bağlamaktadır ağacı.
göz kapaklarını kapattığında
söylüyordur taşlara
her şeyin göründüğü gibi
olmadığını
zamanın
ve tozun berisinde testiler
doluyor
acı çekenlerin ruhlarına.
yanmaktadır
alnı. çiçekleri nereye koyayım?
gölge bir yer olsun,
solmasınlar.
aydınlıktır alnı. kuşların
uçtuğu,
kâğıtların kaydığı bir masası
bile olmadı.
soyluların icadı cezaevinde
dışarıdadır yüreği ve kabuk
bağlamaktadır göğe ağan söz’ü.
çiçekleri nereye koyayım?
dağılsın ölüm havası
Eleni Karaindrou
incir
ağacına biriken zaman
tarla
kuşunun zamanı mıydı?
ah
Eleni, müziğin bu bahçede
sarnıca,
ağaçlara, yakın koruya
erinç
verdi
ah
Eleni, ahlarla örülmüş bir
şiirdi, geç kaldım yetişemedim
evrenin
sonsuz seslerine, bir
göl
durgunluğuna benzerdi
hüzün
toplamı bakışın
müziğin
içinden geçerdi
sis, iskele, anlık görüntü
hüzün
verirdi gündöndü
kuşları,
kediler, yarı karanlık
eşyanın
yavaşlığı, saatin tik
takları,
kuşların acele uçuşları
sonsuza
akıyordu her görüntü
müziğinde
biliyor musun?
Henri Lefebvre
yaz geldi, rüzgârın
yıktığı bentleri
onarıyoruz Henri,
kırlarda bayırlarda
direniştesiniz,
burada yazın söylediği
türkü karışıyor
otlara
kurtuluş hep
birlikte, hep birlikte
olacaktır Henri,
buna inanıyoruz
yaza bitişik bir
kuşun çalılıklardan
havalandığını
görüyoruz
öyle bakışıyoruz
yolunu bulan
bir suyla aynı
anda-
işgal edilen
toprağımızı geri
istiyoruz Henri,
geri istiyoruz
penceremizin
sarmaşığını
ah Henri, sen
direnişe katıldığından
beri, derin açıyor
güllerimiz
Kasimir Maleviç
anlam arayanlar bu
saatlerde
kavak hışırtılarını
duymuyor,
görmüyorlar
gözbebeklerin derinliğini
taşın sanrılı soluk
alışını
başı açık yalınayak
deniz
yeryüzüne ait,
tanıklık ediyor
martıların çığlık
çığlığa uçuşuna
kıyının kendinden
geçişine
sokak aralarında
görünmeden
rüzgârın gölgesi
kuşları kovalıyor
akşam olmak üzere,
bakalım yakalayabilecek mi
güzül yapraklar
arasından
ancak böyle böyle
öğreniyorum Maleviç
akşamın kırmızısını
siyahını
benziyor kare
resimlerine
hiçliği gösteren
işaretle
,
,
Vladimir
Tatlin
bulutlara değen renklerin sesi midir
Vladimir? duvarlarda kuş gölgeleri
çelenkler örüyor devrime
renklerin sesi duyuluyor uzaklardan
deliye dönen fırtına habercisi midir
dolambaçlı yolun sonuna
gelindiğinin?
ferah ferah teyel atabilir bir terzi
kar sesi kokan gökyüzüne
kokuların sesi midir Vladimir
uykularımızı kaçıran çılgın hava?
kar habercisi midir yoksa
koruları göçüren zalim fırtına?
ah Vladimir, yaban güvercinim
dönüyor fırtına ovalarından,
orada, tel üstünde kuş gölgeleri
konacak dal mı arıyor hâlâ?
Vassili
Kandinski
Sn.Petersburg sokakları ıssız
çıplak ağaçlar kar altındaydı
Vassili mutfak penceresinden
bakıyordu, bakışı delip geçiyordu
yüzyılı
‘bu kış da kalalım Sn.Petersburg’da’
dedi Vassili, ‘ah Nina, dün ütopya
olan bir gün gerçek olacak, sınırlar
ve duvarlar ortadan kalkacak’ diye
devam etti. Nina, mutfak
penceresinden
ay ışıksız göğe bakıyordu, ‘tinsel
hayatın hep önünde olacak sanat’
dedi Vassili. Nina dönüp Vassili’nin
gözlerine baktı, bir gelincik
tarlası
açılıyordu denize, bir pano renklere
bulanmış uçuyordu Sn.Petersburg-
Paris arasında, ‘taptaze düşünceler
bunlar diye geçirdi içinden Nina,
‘tıpkı yağan kar taneleri gibi’
René
Magritte
portakal kırmızısı ay yuvarlak
yüksek türküsü koyu gecenin
toprak damda kuşun soluğu
gecenin esintisi karanfil kokusu
sabahın sesi yabanıl çalı
toprak damda güneşle uyandık
ah René, sabah kuşların örtüsü
dut ağaçlarının olgun yeşili
vınlayan arının yalın sözü
sabah zamanın anlık kırmızısı
lale soğanı gelincik tohumu
toprağın ağzıyla konuşmak
Oskar Kokoşka
öğle uykusuna yatmış
ağaçlar
Viyana sokaklarında
yaprak kıpırdamıyor
öğrenci kızlar mayıs
renginde
yürüyorlar – sokak
ortasına
konan bir kargaya
bakıyor
kırmızı dudaklı
ipince bir kız
Oskar, zamanı
geçiyor sokakta
bir ân gözgöze
geliyor genç kızla
gözlerinin çiçeği
uçuyor
karganın durur mu, o
da uçuyor
genç bir kız gibi
mayıs oyalıyor Oskar’ı
bir ses bir koku bir
renk
başka yola saparken
gülüyor
gizlenmiş bir
duyguyla
sevincin eğik uçan
kırlangıcı
ey ağaçların öğle
uykusu Oskar
resme çalışıyor
Viyana kırmızısı
unutmadan etekleri
serçeli kızı
Joan Miro’
yaz göklerinden
gelir kuşlar
üzüm bağlarından
kalkar
çiçekli tarlalardan
geçer
dağların hizasından
uçarlar
ülke sınır tanımadan
suyun çatlağından
sızan zamana
çalışır ellerin,
masandadır
boğazı kesilmiş
İspanya
kuşu rüzgârıyla
yaz göklerine yürür
Miro’
gitgide büyür
adımları
pasajların serinliği
büyür gider
ağaçların gölgeleri
uzar gider
bir hasrettir
İspanya büyür gider
Max Jakob’un
şapkasından geçer
Tzara’nın buğday
sapı sözcüklerinden
arkadaşları
çocukluğunu hatırlatır
gürültüyle akıp
giden
Barselona
sokaklarından
Roman Jakobson
ah saatler, yıllar
unuttum neredeler?
o zamanlar
Hlevnikov, Mayakovski,
Ahmatova vardı,
Moskova, Leningrad,
St.Petersburg,
yazlık evler, edebiyat
meyhanesi Başıboş Köpek, akıp gider
uçacakmış gibi nice
yüz, nice göz
unuttum
tartışmalarda kırmızı ayı,
maşrapalarda
şarabımız
tuzumuz ekmeğimiz
yıllanıyordu-
yer değiştiren
resim, şamar gibi
inen şiir yaşıyordu
rüzgârın terkisinde,
sokaklarda serseri,
meydanlarda âsi
bir ses gibi, köşe
bucak ve dikey
hiçbir zaman dingin
değildi
mavi gecelerde
yüreğim-
başka bir
dünyadaydık, devrim
dikey ve yatay
akıyordu
Marcel Duchamp
yuvarlanıp gidiyor
bisiklet tekerleği,
sayısız nesne, ilâç
kutuları, eczane
bir görüntüden başka
bir görüntüye
geçiyor sokak sarı
kırmızı
yuvarlanıp gidiyor
mavi portakallar,
dalbudak salmış
ağaçlar
yeniden
adlandırdığım eşya
konumunu değiştirdiğim
güneş
taş, çiçek,taşta
açan çiçek
kırlangıçlar
kırlangıçlar, güneşe
doğru uçuyor kırmızı
bir leke
olana dek, dikey
acılar düşüyor
ufkun zarından
yüreğe
çok açık seçik değil
mi bisiklet
tekerleği, dünyanın
döngüsü, pisuara
düşen saç? birbiriyle
ilgisiz gibi
duran ağız, göz,
yuvarlanıp gidiyor
sokağın sakinleri
denize
J.S.Bach
ellerimize
hohluyoruz ayrılmadan
birbirimizden,
kanatlanıyoruz buzun
üstünde, akşam olmak
üzere,
eve dönüp Bach
dinliyoruz
çözülüyor buz tutan
ellerimiz,
yitiyoruz çoğala
çoğala gelen
müziğin içinde- kış
çizgileri
özlüyor güneşli
günleri
düşteyiz sanki bir
suda,
suyu dalgalandıra
dalgalandıra geçiyor
bir tekne, işte öyle
gizemli,
dolambaçlı yayılıyor
org sesi
ikimiz sevdalı
yılların insanlarıyız
dolanıp duruyoruz
odanın içinde
Bach’ın müziği
yayılıyor
odaya değil yüzyıllara
Brahms
müzik sessizliğin
derinliğine
nişan koymak için
Clara, yoksul
gecelerimiz için,
zeytin ile ekmek,
deniz ve gök için
bu yaz Baden Baden’e
gidebilir miyiz,
dinlenebilir miyiz
Clara? el ayak
çekilince uçarcasına
giden gümüş sesli
rüzgâr kanatlanır mı
yüreğimde?
ah Clara, annemin
dikiş makinesi,
babamın kontrbası,
kemanı
(nasıl unuturum)
yoksul gecelerimizin
neşesi,
umutsuzluktan belki, artık
anımsamıyorum gemici
ezgilerini
serçelerin nota gibi
ipe dizilişi
ince giysiler içinde
ilkyazın gelişi
ah Hamburg,
anımsıyorım
kapımızın önünden
geçen kızları
Mendelssohn
şimdi ince şeyleri
düşlüyoruz, ak
parmakların tuşlarda
gezinişinin
çıkardığı sesleri,
sessiz müziğini
parlayan ayın,
çınlayan yıldızların
güneş bir mızrak
gibi yükseldiğinde
menekşeli günleri
düşlüyoruz- ablam
Fanny Paris’ten
almış fırfırlı elbiseyi,
eteklerinde rüzgâr
senfoni gibi
korulardan esen deli
dolu rüzgâr
bir ayrıntı değil,
buğulu
pencerelerinde
şatonun gölgelerini
uçuruyor akşam vakti
ince şeyleri
düşlüyoruz ya Fanny’le
sitemleri hüzünleri
de koyuyoruz
piyanonun seslerine-
Bach da
öyle yapardı değil
mi?
işte çekiliyor ayak
sesleri
Bir Yaz Gecesi Rüyası’na çalışmak lazım
Frédéric Chopin
ilkyaza giren
çiçeklerin nisanı
gibi memleket
hasreti sarıyor bedenimi
ah Polonya, kırılgan
yüreğimin
uzandığı serin
toprak
çiçeklere boğ beni,
müziğinle
yoğur, saf
güzelliğine kat,
dinlensin söğütlerin
hışırtısında
sayrı gövdem
ölümün ciğerlerime
dolan rüzgârını
kırlara koy kontes,
ellerimi,
parmaklarımı sakla
ormanların
çağırdığı müziğe,
kar tipisidir
benim notalarım,
savur onları
ülkemin toprağına
nergisleri koy göz
pınarlarıma,
bu son saatlerim,
notaların
serçelenişini koy
patikalara kontes,
rüzgârlı bayırlara
bedenimi
sonsuz uykulara
dalayım
Bruegel
günü geldiğinde
düğün kurulur
köy meydanına, şu
sapağı geçince
görürsünüz, köpekler
havlar, çocuklar
yarı çıplak gezer,
hepten uçucudur
düğün yemeğine gelen
insanlar
okursunuz bir
düzyazı gibi manzarayı
saman yüklü
arabaları, güzel
güzel inekleri, göğe
bakarsınız
kuşlar uçar uçar ve
uçar
avcılar geyik kanı
taşır, incecik
gülerler, avdan
dönenler eşit
koşullarda
oturmazlar masaya-
ölüm yakın olmalı
onlara
görürsünüz, bir halk
havasında
oynarlar, kayan bir
yıldız gibi,
kasırga gibi, düşünü
kurarlar
karla yüklü mutlu
yılların
Beethoven
piyanonun tuşlarında
yüzlerce
kuş sesi uyandırıyor
güneşi
göz pınarlarında
çiçek açıyor
tedirgin zaman
bütünüyle sağır
olana dek
kabuğunu kırıyor
midye
deniz bütün hırçınlığıyla
çağırıyor ay ışığını
geceleri, ah
geceleri seni karşılıyor
kör bir kızın
karaltısı
çalıyor ‘ay ışığı
sonatı’nı
hiç görmeden o ışığı
çekiçler dövülüyor
kalpaklar uçuyor
Viyana sokakları kar
kar
öldüğün söyleniyor
kulaktan
kulağa sokak
aralarında-
saatler sonra
fısıltılı vedalaşmalar
Joseph Haydn
otların arasında
papatyalar rüzgârın
oynaştığı
senfonilerdir, kulak dibimde
testilerin sesi
yaylı dörtlülerin
sesi gibi,
tırmalıyorum patikayı
şato uzakta kalıyor,
nasıl çekebileceğimi
biliyorum doruğa
müziği,
otların hışırtısını
duyuyorum
eşit her çalgıya,
ama işte davullar
ve telli çalgılar
gürlüyor, madeni
sesler çocukluğumun
Viyana’sını
anımsatıyor,
çocukken katıldığım
koro ufak
güneşlerden oluşuyor,
ay tek başına
çocukluk gibi,
kar tertemiz yağıyor
saraylara da
yoksul mahallelere
de
ağaçlar deniz
görmüyor, elmalı
ağaçlar, elmanın
sesini katabilir miyim
müziğe, olur da bir
gün ölürsem
deniz gören bir yere
gömün
beni taze otların
arasına,
gölgeli zeytinlerin
uykusu olayım
Çaykovski
ayazda kalmış bir
kuş pencereye
konuyor, ayakları
toprak kokusu,
göllerden
ırmaklardan gelmiş
ufacık gagası
kırmızı
ağrıdıkça ağrıyan
yalnızlıklar dolaşıyor
dut ağaçlarının
dibinde
görüyorum camın
ardından
serçelerin
birdenbire inişini
çalgılı ağaçlar var
içimde-
göl yakın, üzerinde
kuğular
sekerek dans ediyor,
balıklar,
düşünülmez belki,
gökyüzünü özlüyor
içimde bir yaprak
kıpırdıyor
bale müziği
eşliğinde
yitirilen mutluluk
için
gidiyorum bir genç
kızın ardından
Rimski-Korsakov
ah Rimski, bir kuşun
uçuşudur
piyanonun tuşları,
çalarken Şehrazad’ı,
Binbir Gece
Masalları, küçük Tikvin
kasabası
sokuluyorlar yanına,
gözlerine bakıyorsun
sevdiklerinin, ki
bakmışsındır
mutlaka, görüyorsun
orada denizlerin
derinliğini,
gözünden kaçan bir
çiçek uçuyor,
St. Petersburg
sokaklarında gidiyorsun
ardından,
gitmişsindir mutlaka
begonyadır diye
bir akarsuya yetişip
önüne geçiyorsun
çamların arasından
akan müziğinin
ah Rimski-Korsakov,
baksak ki çiçek
yılı hayatına,
çalınacaktır her çağda
Şehrazad, çiğnenmiş
karlar, mavi gece,
soluğu tilkilerin,
solgun yıldızlar
hep olacaktır hüznü
çoğaltan
senin için gül
dikiyorum
cemrelerden sonra
bahçeye
Franz Schubert
kuşlar,
kırlangıçlar önce, çok sayıda
arka
sokaklarında Viyana’nın hep
kuşlar
var, birahanelerin önlerinde,
ağaçlarda,
çatı katlarının pencerelerinde,
tellerde,
tanığıdır yaldızlı sesimin
geceler,
kuşların ezberindedir
kemanın
sesi gürültülü toplantılara
karşıt,
çok eğlencelidir yine de
kollarımı
açıp dostları karşılamak
tezcanlı
bir çiçeğin açışı gibi
gençliğim
ah, koroda geçen saatlerim,
piyano
parçaları, bitmemiş senfoniler,
oda
müzikleri derken kırmızı bir
ay
doğar oturduğum sokağa, elimde
notalar
kalır insanlığa ulaşamadan
Viyana’nın
daracık arka sokaklarında
kalır
mı adım? ‘frengiden öldü’
diyeceklerdir
‘genç yaşta’, bu kesin-
derelerin
sesinden tanırlar mı beni?
Sergey Rahmaninov
duvar
saatini tik takından başka
ses
yoktu, ev aydınlığa büründü,
hüzün
salkımı gece, dışarıda St.
Petersburg’un
kar beyazı sessizliği
piyanonun
başına oturduğumda
mumların
aydınlattığı salonda Natalia’nın
kirpikleri
sonsuzluk gibi uzundu
elbisesi
müziğe uygundu
müziğin
ışığı içindeydim o gece
kar
tanelerinin yuvarlanışı gibi
akıp
gitti parmak uçlarımdan prelüd
göz
kamaştırıcı oldu, sersemletici
uçarcasına
geçmişten bir şeyler
taşıyan
müzik, çağrısı gibi sonsuzluğun,
gelecek
yüzyıla uzanan ucu
Abidin Dino
O zamanlar faytonlar dururdu
istasyon önünde.
Yağmurlar bolca
yağardı Adana’ya. Sümbül havası
derdik ilkyaza.
Ey sürgünlük, çırçırlar, pamuk
haralları, havada
uçan davullar,
hovardanın çağı, pamuk işçileri-
bir Selçuklu kümbeti
gibi uğuldayan kalbim hepsini
birden kucaklardı.
Vardı elbet bedenimde aparı bir tin.
Ağır akan Seyhan
kıyılarında atlar vardı. Zorbalık işte
sarı sıcak ve sinek.
Geceleri bembeyaz cibinlik iyilikse-
verlikti. Ah işte
çizgi ve desenler incir ağaçlarının
altında güne vuran
incelikti.
Küçük saat ile büyük saat arası
çiçekçiler kıpır
kıpırdı sabahları.
Kederi ve sevinci çiçekçilerden alıp
tanıklık ediyordum
şafağın gözkapaklarına. Kuşlar el
izimdi, caddelere
zincirleme konup kalkarlardı.
Ah Güzin, şimşeklerle gürleyen
gök çocukluk
işte
Charles Chaplin
Yoksulluk bir şey
değildi leopar yalnızlığımın
yanında. Ey şövalye
yürek, ey yırtıcı kuşların bölüştüğü
yem, ey anne ve
babamın yoksul geceleri. Alışmıştım
kum saati
yalnızlığına, bol pantolonlara, şapkalara,
bastonlara gökyüzüne
alışır gibi. Amerika, film kareleri,
işçi sabahları,
sonunda modern zamanların düzensiz
palyaçosu oldum.
Parmaklıkların ardında bir
Avrupa görüyordum.
Acı, belindeki
silahı kavrıyordu. Bir çiçek açsa koparılı-
yordu. Sabah
kahvaltısını yapıyordu Almanya. Gecenin
davulları Yahudiler
için çalıyordu. Dehşetler saçıyordu
gamalı haç. Kürekler
mezar kazıyor, silah fabrikaları
gözkapaklarını
kapatıyordu.
Güz. İsviçre dağları rüzgârı
bölüştürüyordu. Han-
lığıma çekiliyordum,
sakar devinimli, gülünç. Öğreniyor-
dum güz değmiş
elleri sıkmayı. Ve selamlamayı sürüp
giden sirenleri.
Federico Fellini
Kımıldamadan bir buluta
bakıyorum. Kendimi
görüyorum, varlığımı
sanrılı sularda. Ah Rimini, çocukluğumun
düz yolları,
sessizce bir tenhada çizdiğim biçimden biçime giren bulutlar.
Üzüm bağlarına
dadanan kuşlar. Bir ateş yakıyorum
gök kıyılarında,
dumanından kaçıyor kuşlar. Bir ateş Nino için.
Bir ateş kış
gecelerinde üşüyen çocuklar için. Kürkler içinde
kentsoylular can
sıkıcı sözler ediyorlar. Gazoz seven çocuklar
kenar mahallelerden
geliyorlar. Bisikletlerini göğe dayıyorlar.
Yoksulluğu ve göz kamaştıran
yaşamı görüyorum Roma’da.
Yükleyip getiriyorum
çekim alanına. Kamera. Kalbim Rimili’de
kalıyor, sarmaşıklı,
kuşlu, avlulu evde. Düşünü kuruyorum
avluya
düşen
ayın.
Yaban kazları, uzun bacaklı
günlerimi dolduruyor. Konuğum
Nino kazlara
bakıyor, daha yakın gündelik acılara ve müziğe. Ben
çizgilere, yazı
şiire…
Nuri Bilge Ceylan
bir sıkıntı halinde
günler kırmızı
çocukluk göğü olur,
göl olur
Yenice çarşıları ya
da bir Ege ili olur
insanlar sessizdir
kadınlar yaslıdır
bir salyangoz iz
bırakarak gider
mayıstır kızların
kırmızı dizleri
etekleri uçar
külrengi gökyüzüne
yüzleri düşlere
gömülür
ben bir çırpıda
bunları söylerim
yağmur yağar
günlerim sıkıntılı geçer
pencere camları
tanığıdır
çakıl taşları deniz
kabukları
durmadan öksüren
ihtiyar kadınlar
tanığıdır, öyle
durgun öyle kımıltısız
bir göl sıkıntısıdır
ki
balıkçılarla
paylaşırım, kasaba
esnafıyla, soluk
parıltısıyla güneşin
ne söylesem
acıyımdır