12 Nisan 2013 Cuma



Niko ile Margarita (Devam)




Dmitri Shostakovich II


ey sevincin kızkardeşi Marya
senin göz pınarlarındır Rusya

çiğdemleri, kır çiçeklerini övsem yeridir
her konserden sonra getirdiğiniz

vahşi davullar gibidir kış
yapraklarını dökmüştür St.Peterburg
ey kederin kızkardeşi Marya
güneylidir kır çiçekleri
buzların çözüldüğü bölgelerden

övsem yeridir balerin ayaklı yazı
yaprak yaprak açılan müziği

ah Rusya, Gogol, yıldızlar, ay,
derin acısı Anna Ahmatova’nın
ayrılamayız birbirimizden
acı çeken rüzgârın müziği
dolduruyor kalbimizi, şiirimiz de
müziğimiz de ince dereler gibi


Sergei Eisenstein


dalga dalga köpüren gece
yakın olmalı gündoğusuna
kazanılmış sevinç gibi kırmızı
gök, uzandım sessizce kıyısına

yüzler gördüm göçüp giden
ışık dolu yazlar, gölge yığınları,
göllerde gümüş rengi balığı,
işte bu dedim sıkıntının aşılması

ışıktan kaçmanın olanağı yok
mezara koydum köhneyi eskiyi
ne çekebilirdim ki Odessa’da
büyük insanlığın isyanından başka

kamera! dedim nergislerin fışkırdığı
denizden gök kıyılarından
gördüm kalabalıkların yürüyüşünü
bir orman gibi işte


 Gabriel Garcia Marquez


düş ile belleğin yanılgısı bu ay
bu fırtına diz çöktürüyor ağaçlara,
ışık hızını kovalayan kırlangıç
ormanın üstünde daireler çiziyor

büyükbabam ile büyükannemin evinde
dinlediğim fırtına kuşu alacakaranlıkta
türküsünü söylüyor bakır aya
yıldızları hep göreceğim demek bu

benim gerçeğim Mercedes’in tinine akıyor
geyikler göğe çekiliyor büyükanne
horozlar cenaze töreninden dönüyor
denizciler şaşıyor buna

toz toprak içinde çocuklar saygın
büyülü bir oyun oynuyor
başımı kaldırıp bakıyorum eşikten
gümüş bir kupayı havaya kaldırıyorlar





Luchino Visconti


karanlık değil anlaşılmaz gece
gördüm ağaçların arasından
sabahın ucunda parlayan hilal ay
suya doğru iniyor çırılçıplak

gördüm güzelliğin ruhu kısıtlı-
kocaman şapkaları altında kibar
bayanlar müzik dinliyorlar
sabaha doğru deniz kıyısında

gördüm çilek yiyen bir kızın
dudakları kırmızı, ne renk olabilirdi ki
başka, gidip pencereyi kapattım,
kum fırtınası, çiftlik, atlar aklımda

Luchino dedim kendi kendime
güzelliğin ruhu kısıtlı, sular
durulur, mavilikler girer, şapkalar
uçar, bir tutkudur şafak





Maksim Gorki


takılar madalyalar gümüş şamdanlar
pazarda, ilk gençlik yıllarımda,
ipini kopartmış bir kent: St.Petersburg
umutsuz müzisyenlerin yaşadığı
ressamların göğe ağdığı

ağır ağır yaklaşır, birikir umutsuzluk
düğümlenir Rusya, burgaçlar
hiçliği çağırır, intihar seçenektir
bir toz bulutunun ardında

kuş gölgeleri geçer, rüzgâr dağıtır
iç sıkıntımı, akçıl geceler iner
gözkapaklarıma, gerisi esenliktir-
suya gider pas tutmaz gün ışığı 

bir toz direğinin içinden geldim
otları, masalları, taşları, araba tekerlerini,
yalın acıyı, insanı tanıdım-
gözyaşı dökenleredir bütün sözüm


James Joyce


engin ruhum belirsiz uzaklıkta, denize
yakın, kesik kesik soluk alışı gibi
kayaların, kırılgan havalarda
bahtının açıldığını görüyor

ah çocukluğum, madeleine kurabiyenin
sonsuzca süren tadı, belleğimde
köy köpeklerinin havlaması
yitirilmiş gençliğin çağrısı gibi

şairliğim toprak yolda günbatımı
göle doğru kazların yürüyüşü
olabilirse o yürüyüşün müziği-
mahcup, kederli sesi çayırın

yağmurun çiselemesi, toprağın kokusu,
uyandırıyor günbatımı çiçeklerini
bu koku bu yağmur tanıdık
uzak bir göğün anısı gibi




Gustav Mahler


taşı kaldırsan yazdı, uzak koruluktan
kuşlar geldi, kırlar için besteler yaptım
uzun yaz tatillerinde, kantatlar,
şarkılar, sular gölgelere aktı

babamın kırık fayton tekeri
yuvarlandı, indi yokuş aşağı,
yazdı, 5. Senfoni dağıldı, birleşti
sonra, Alma’nın sevgisi gibi

sular ağaçlar kuşlar sorguladı
varlığımı, ölüm boynumda düğümdü,
taşıdım onu karmaşık duygularla
el ayak çekilince kuytulara

kalır mı bilmem ince bir gülüş
erken ölen Maria’dan, kopuk
bir yaşantı parçası, kâğıtlar, notalar
kuğu kanadı, usulca gelen yazı kanattı




İlya Ehrenburg


Madrid sokaklarında yırtılan ağız
Paris’in düşüşünde saatleri sayan ağız
düşle kararan, geçilemeyen gözkapaklarız
yıkılmış duvarların önünde

hangi bozgundan geliyoruz, 
yüreğimiz bungun,
yıldızlar aydınlatıyor gecelerimizi-
havada sıkılı yumruk ya da taşız
biliniyor taşı geçen rüzgârı yakaladığımız

kazanacağız yeniden insanın onurunu
üstünde sektiğimiz deniz için
uçurumdan çektiğimiz özgürlük için
bir duvar dibinde kurşuna dizilen
gümüş sesli ağızlar için





Marcel Proust



tanyeri benimle yürüyor çiftlik evine
gölgelerden gidiyorum, gölgeler
belleğimin lekeleri, çiftlik o kadar
uzak değil, kuşların uçtuğu yönde

gözüm güzül yapraklarında ağaçların
bir rüzgârla düşecekler boşluğa
benzer benim de belleğim
çiçek açan bir taşa

gözüm çılgın zamanların içinde
ruhum çılgın eğlencesinde kemanların
çakan bir şimşek anımsatıyor
çiftlik yolunda astımlı çocukluğumu

elimi bir çiçeğe uzatıyorum
itiyor elimi çiçek, bir tuhaflık
var bunda, kırlara çekiliyorum
aynı yerde durmuyor kargalar




Gogol


burnumun ucunu görmüyorum, hava
soğuk, paltomun içinde ufak tefek
bir memurum, hayat sıkıcı, tekdüze,
gecelerim Puşkin okuyarak geçiyor

evraklar tozlu raflar koridorlar
nemli gözlerimin derininde dünün tekrarı,
çıldırmanın eşiğindeyim-
günler kayıp zamanların avcısı

göz pınarlarımda karlı kış geceleri
cinnet, sizin olsun kış eğlenceleri,
fenerler, kuruntusu büyüklüğünüzün-
verin bana Ukrayna’nın yağmurlu
ikindilerini

varolmanın anlamsızlığı üzüyor beni-
sizin olsun ey soylular kış nergisleri,
yıldızsız geceler, alaycı fiskoslarınız
verin bana Ukrayna’nın maviliklerini





Samuel Beckett


olur da bir gün ıssız bir yola düşersen
hiçbir yere götürmeyen bir yola
ota, yapraksız ağaca, göğe bak
sonsuzluğa çağırır doğa

yiter gider umarsız iyiliği
bir gün daha sessizliğin
bekleme boş yere gelmeyecek
kurtarıcı, kendine benzeyecek
doğanın gerdiği bugün de

unutmuş olmalısın gülünç işte
sessizliği delen her sözcük
sanki ağaçlar konuşuyor gibi
ölü doğan yıldızları

olur da bir gün unufak olursa yaşamın
umarsız anlamsız kalırsan
bekleme sakın bir kurtarıcı
yavaş yavaş doğanın bir parçası ol
parıldasın umutsuzluğunun bıçağı



Jean Luc-Godard


güneşe bakıyoruz menekşe kokuyor
değişen yağmurlu çiçek
son yağmurlarla dolu gün
soğuk, hafif rüzgârlı giderek

güneşe bakıyorum geçip giden
kuşlar gölgeler yapraklar arasından
bir koy yalnızlığı bendeki
nesneleştiriyor düşüncelerimi de

birlikte var oluyoruz, bakılıyoruz
suların aynasında, hüznümüz suları
geçiyor, nereye gitsek suçlanıyoruz
oysa kendimizin olan hiçbir şey yok

kuşlarla bulutlarla denize bakıyoruz
koy sessizliğe birikiyor
göksel erinci buluyoruz
eğilip baktığımız yağmurun gözlerinde






Tolstoy


geceyi çiftlik evinde geçirdim
bir düşten uyandım ki ölmüşüm
ıssız bir tren istasyonunda bulmuşlar
üstüm başım çilek kokusuymuş

vardır bir hikmeti düşlerin de
dün köylülerim çilek getirmişlerdi
Anna Karenina rüzgârına kapılmıştım-
bugün yağmur yağdı tarla kuşları uçuştu

biliyorum, doğduğumdan beri bendedir
ölüm, yıldızlar düşer, atlar ölür-
daha çok yazmalıyım geceyi,
Anna’yı, ay giren bahçeyi 




Oscar Wilde


hüküm verildi krallık tırpanı indi
insana tutku sonsuzca cezalandırıldı-
türküsünü söylüyorum şimdi
kuşlar gibi özgür kalmanın

biliyorum yüzüstü bırakıldığımı
ikiyüzlü tırpan karşısında
parçalanmış ağızla
yüreğimin eğildiği ülkemden uzakta

hüküm verildi hüzne tırpan indi
aşka ekine ırmağa ceza verildi-
söz, bir çakıl taşıydı,
çiçek, akşam kırmızısı,
engellendi gök kıyılarına gelişi




Dostoyevski


beni mi sordunuz Suç ve Ceza’nın yazarı
nedensiz hüzünler tutsağı
kolları damgalı başı tıraşlı
kürek mahkumu, cinleri
kovalayan, taş kıran âdem,
ayağınızı çabuk tutun
kuşuna dizmekte, yoksa
babamı öldüreceğim, Raskolnikov
benim, dodurucu soğukta cinayet
işleyen, aranızda dolaşan
cep saati durmuş biri

batan güne benziyor üzüntüm
bağbozumuna hüznüm

ne söyleseniz haklısınız
kumarbazın biriyim, bakamıyorum
ne aya ne yıldızlara-
acıyım ben tepeden tırnağa
bir ağacı aldığı derin yara

sakallarımsa kuş uçuran orman



William Faulkner


çiçekli bir su yayılıyor Estella
doluyor ağzı söğütlü bahçenin

bir su parıltısıdır senin hayatın
parmaklarından akıyor
yolun kenarındaki bahçeyi
ağır ağır düzene koyuyor

sessiz bir parıltı gibi doğa
sen uyudun mu zaman kırmızısı
öğle, taze bir aşk uykun
dağılmış saçlarında yuvalanıyor

güzelliği sende toplanıyor gökkuşağının

gelincikler içinden su akıyor

rüzgârı kovalıyor kuşlar

giderek sana benziyor su Estella






Anna Karenin


çok erken geldi aşk beyaz
kış gündüzlerinde karla kaplı yollar
yollar boyunca, düşen bir yaprağın
garda dans edişiyle

çıplak bir ayakla kar üstünde
yürümüş gibi oldum, şapkamı
kaldırıp baktığımda oradaydın
kar beyazı  giysiler içinde Anna

baktım kış ortasında bir gelincik
tarlasıydı gözlerin, indim derinliklerine,
acı verdi bakışların Anna
kılıçla yaralanmışa döndü bedenim

sonra süregiden günlerde soydum
kabuğundan seni, fırtınanın
toprağa ektiği bir ağaçtın,
sarıldım sana Anna




Sylvia Plath


bu çılgın ışık geçiyor kırık yüreğimden,
bu ağız benim değil, bu eşyalar korkunç,
dudaklarımdan dökülen söz
fırlıyor ton balığı gibi

birkaç kez geçemedim ölümü
güpegündüz, her göz attığımda çevreme,
görüyorum ölüyor eşya, ustalıkla
ölmeliyim ben de gölgelik bir yerde

dışarıda ağaçlar çıldırmış, kış,
şubat ayı sürüklüyor yaprakları-
görüyorum bu göz benim değil
fırlayıp gidiyor sokağa bir parçası

eşyalar yabancı, göğün cini çarpıyor
pencere camına, bu kez geçeceğim
ölü gözler ülkesine, gencecik bir
yüzle, öyle tanınmaz bir halde






Virginia Woolf


dar geliyor hava odanın içinde
artık sıkıyor duvarlar, pencere,
pencere camı, özgürlüğün saati-
tik tak tik tak rüzgâra karışıyor

her şey alacakaranlık, eşyanın tini,
soluk alan taşlar, beyazın üstüne
düşen gölge, güne sinen sessizlik,
evrenin dinlendiren müziği

ışığı taşıyan bir çiçek, birkaç kuş-
katlanılmaz oluyor her şey,
çiniler, tabaklar, işlemeli örtüler,
ağır çekiyor üstümdeki simli elbise

taşlar doldurarak ölüm ceplerime
dalıyor bir bakış gibi nehrin diplerine,
yok artık ne alacakaranlık
ne büyük ağaçlar yaprakları mavi




Gustave Flaubert


         seni gölgesi kocaman bir ağacın altında gördüğümde
yazın hafif rüzgârı dalgalandırıyordu eteğini ve yaprakları.
ah Elisa, acılarımı uzaklaştıran umarsız tutkum, hüzünlü
aşkım ve özgürlüğüm oradaydı. büyü ve sevecenlik, korku
ve gözüpeklik toplanmıştı zamansız esen rüzgârın sürdüğü
yüzünde.
         gök yabanıl ve külrengiydi. bize bakıyordu adını 
bilmediğim bir çiçek. heyecanlanıyordum çalılığa konan bir
kuş için . derin ve inceydi bakışların ve sarılmıştı fiskoslarla
çevremiz. sarsıldım, umut ve şaşkınlıkla baktım içten içe
oyuluyordu aşkla dolan ruhum. saf ve naif gelinciklerle
dolan, yüz yüze geldiğim ruhum.
         ah Elisa, benim bağlılığım  geçiyordu ağaca. orman
yolundan dönen düş ağacına. ve sonunda ağacın altında
görüyordum ışıltılı yüzünü.  






Akira Kurosawa


“görüp işittiğiniz nedir” diyor yaşlı
bilge,“benim gördüğüm işittiğimden
farklı”, önündeki ateşi eşelerken gözleri
denizden uzaklara göçüyor
iki Japon çiçeği uçuyor
birkaç boz kuş denize açılıyor

“görmüyorsunuz, yıldızların çarkı
gündüz de dönüyor, kör bir martı
denizin derinliğini ölçüyor göz ucuyla
açılarak uçsuz bucaksız maviliklere”,
ateşi kıvılcımlandıran rüzgâr
sesini düzlüklere taşıyor

evrenin toz direği sözleri
aralanınca varlığı işaret ediyor
parmağa takılan gümüş yüzük gibi
ölçülü, soluk güneşte soğumuş
yüzüne vuran ışık kadar güzel





Honore de Balzac


cumhuriyetçiler öldürüldüler yıldızlı
geceye gömüldüler, o gün şatoların
şaşası balolarla sürdü, su gibi
aktı damarlardan şarap

ey Paris, ey başkaldırıların kenti,
ince zarif bacaklarıyla geyikler indi
sokaklarına, özgürlük basımevlerinden
içeri girdi toz duman arasında

kaldırımlarından taşan öfke ve umut
şimşeğin yüzüydü, gördüm,
parklardan yürüyordu asi su
yitireceğini bile bile yolunu

dolambaçlı yolların tanığıyım
derin gözlemcisi gündoğumunun-
uyandım üstüm başım balık pulu
çevremi sarmış köy çocukları







Ingeborg Bachmann


kirpiklerimin ucunda bulutlu gökyüzü
sokağa çıktım küçük adımlarla
var olmanın koyu sıkıntısı
sanki bulutlar gömüyor ölüyü

sokak geçen yılki sokak değil
değişmiş ahşap, bölünmüş evlerin
uykusu, kımıltısız ay gibi

hüzünlü bir güzelliği var günün
kuşlar gölgeler bırakarak uçuyor
her şey yerinde
ölü zamanı eşeliyor rüzgâr

umurunda değil soluk güneşin
ne varoluşçuluk felsefesi ne kuşlar
bir an gözüme çarpıyor
çiçeğe durmuş ağaçlar