Niko ile Margarita (Devam)
Dmitri Shostakovich II
ey sevincin
kızkardeşi Marya
senin göz
pınarlarındır Rusya
çiğdemleri, kır
çiçeklerini övsem yeridir
her konserden sonra
getirdiğiniz
vahşi davullar
gibidir kış
yapraklarını
dökmüştür St.Peterburg
ey kederin
kızkardeşi Marya
güneylidir kır
çiçekleri
buzların çözüldüğü
bölgelerden
övsem yeridir
balerin ayaklı yazı
yaprak yaprak
açılan müziği
ah Rusya, Gogol,
yıldızlar, ay,
derin acısı Anna
Ahmatova’nın
ayrılamayız
birbirimizden
acı çeken rüzgârın
müziği
dolduruyor
kalbimizi, şiirimiz de
müziğimiz de ince
dereler gibi
Sergei Eisenstein
dalga dalga köpüren
gece
yakın olmalı
gündoğusuna
kazanılmış sevinç
gibi kırmızı
gök, uzandım
sessizce kıyısına
yüzler gördüm göçüp
giden
ışık dolu yazlar,
gölge yığınları,
göllerde gümüş
rengi balığı,
işte bu dedim
sıkıntının aşılması
ışıktan kaçmanın
olanağı yok
mezara koydum
köhneyi eskiyi
ne çekebilirdim ki
Odessa’da
büyük insanlığın
isyanından başka
kamera! dedim
nergislerin fışkırdığı
denizden gök kıyılarından
gördüm
kalabalıkların yürüyüşünü
bir orman gibi
işte
Gabriel Garcia Marquez
düş ile belleğin
yanılgısı bu ay
bu fırtına diz
çöktürüyor ağaçlara,
ışık hızını
kovalayan kırlangıç
ormanın üstünde
daireler çiziyor
büyükbabam ile
büyükannemin evinde
dinlediğim fırtına
kuşu alacakaranlıkta
türküsünü söylüyor
bakır aya
yıldızları hep
göreceğim demek bu
benim gerçeğim
Mercedes’in tinine akıyor
geyikler göğe
çekiliyor büyükanne
horozlar cenaze
töreninden dönüyor
denizciler şaşıyor
buna
toz toprak içinde
çocuklar saygın
büyülü bir oyun
oynuyor
başımı kaldırıp
bakıyorum eşikten
gümüş bir kupayı
havaya kaldırıyorlar
Luchino Visconti
karanlık değil
anlaşılmaz gece
gördüm ağaçların
arasından
sabahın ucunda
parlayan hilal ay
suya doğru iniyor
çırılçıplak
gördüm güzelliğin
ruhu kısıtlı-
kocaman şapkaları
altında kibar
bayanlar müzik
dinliyorlar
sabaha doğru deniz
kıyısında
gördüm çilek yiyen
bir kızın
dudakları kırmızı,
ne renk olabilirdi ki
başka, gidip
pencereyi kapattım,
kum fırtınası,
çiftlik, atlar aklımda
Luchino dedim kendi
kendime
güzelliğin ruhu
kısıtlı, sular
durulur, mavilikler
girer, şapkalar
uçar, bir tutkudur
şafak
Maksim Gorki
takılar madalyalar
gümüş şamdanlar
pazarda, ilk
gençlik yıllarımda,
ipini kopartmış bir
kent: St.Petersburg
umutsuz
müzisyenlerin yaşadığı
ressamların göğe
ağdığı
ağır ağır yaklaşır,
birikir umutsuzluk
düğümlenir Rusya,
burgaçlar
hiçliği çağırır,
intihar seçenektir
bir toz bulutunun
ardında
kuş gölgeleri
geçer, rüzgâr dağıtır
iç sıkıntımı, akçıl
geceler iner
gözkapaklarıma,
gerisi esenliktir-
suya gider pas
tutmaz gün ışığı
bir toz direğinin
içinden geldim
otları, masalları,
taşları, araba tekerlerini,
yalın acıyı, insanı
tanıdım-
gözyaşı
dökenleredir bütün sözüm
James Joyce
engin ruhum
belirsiz uzaklıkta, denize
yakın, kesik kesik
soluk alışı gibi
kayaların, kırılgan
havalarda
bahtının açıldığını
görüyor
ah çocukluğum, madeleine kurabiyenin
sonsuzca süren
tadı, belleğimde
köy köpeklerinin
havlaması
yitirilmiş
gençliğin çağrısı gibi
şairliğim toprak
yolda günbatımı
göle doğru kazların
yürüyüşü
olabilirse o
yürüyüşün müziği-
mahcup, kederli
sesi çayırın
yağmurun
çiselemesi, toprağın kokusu,
uyandırıyor
günbatımı çiçeklerini
bu koku bu yağmur
tanıdık
uzak bir göğün
anısı gibi
Gustav Mahler
taşı kaldırsan
yazdı, uzak koruluktan
kuşlar geldi,
kırlar için besteler yaptım
uzun yaz
tatillerinde, kantatlar,
şarkılar, sular
gölgelere aktı
babamın kırık
fayton tekeri
yuvarlandı, indi
yokuş aşağı,
yazdı, 5. Senfoni
dağıldı, birleşti
sonra, Alma’nın
sevgisi gibi
sular ağaçlar
kuşlar sorguladı
varlığımı, ölüm
boynumda düğümdü,
taşıdım onu
karmaşık duygularla
el ayak çekilince
kuytulara
kalır mı bilmem
ince bir gülüş
erken ölen
Maria’dan, kopuk
bir yaşantı
parçası, kâğıtlar, notalar
kuğu kanadı, usulca
gelen yazı kanattı
İlya Ehrenburg
Madrid sokaklarında
yırtılan ağız
Paris’in düşüşünde
saatleri sayan ağız
düşle kararan,
geçilemeyen gözkapaklarız
yıkılmış duvarların
önünde
hangi bozgundan
geliyoruz,
yüreğimiz bungun,
yüreğimiz bungun,
yıldızlar
aydınlatıyor gecelerimizi-
havada sıkılı
yumruk ya da taşız
biliniyor taşı
geçen rüzgârı yakaladığımız
kazanacağız yeniden
insanın onurunu
üstünde sektiğimiz
deniz için
uçurumdan
çektiğimiz özgürlük için
bir duvar dibinde
kurşuna dizilen
gümüş sesli ağızlar
için
Marcel Proust
tanyeri benimle
yürüyor çiftlik evine
gölgelerden
gidiyorum, gölgeler
belleğimin
lekeleri, çiftlik o kadar
uzak değil,
kuşların uçtuğu yönde
gözüm güzül
yapraklarında ağaçların
bir rüzgârla
düşecekler boşluğa
benzer benim de
belleğim
çiçek açan bir taşa
gözüm çılgın
zamanların içinde
ruhum çılgın
eğlencesinde kemanların
çakan bir şimşek
anımsatıyor
çiftlik yolunda
astımlı çocukluğumu
elimi bir çiçeğe
uzatıyorum
itiyor elimi çiçek,
bir tuhaflık
var bunda, kırlara
çekiliyorum
aynı yerde durmuyor
kargalar
Gogol
burnumun ucunu
görmüyorum, hava
soğuk, paltomun
içinde ufak tefek
bir memurum, hayat
sıkıcı, tekdüze,
gecelerim Puşkin
okuyarak geçiyor
evraklar tozlu
raflar koridorlar
nemli gözlerimin
derininde dünün tekrarı,
çıldırmanın
eşiğindeyim-
günler kayıp
zamanların avcısı
göz pınarlarımda
karlı kış geceleri
cinnet, sizin olsun
kış eğlenceleri,
fenerler, kuruntusu
büyüklüğünüzün-
verin bana
Ukrayna’nın yağmurlu
ikindilerini
varolmanın
anlamsızlığı üzüyor beni-
sizin olsun ey
soylular kış nergisleri,
yıldızsız geceler,
alaycı fiskoslarınız
verin bana
Ukrayna’nın maviliklerini
Samuel Beckett
olur da bir gün
ıssız bir yola düşersen
hiçbir yere
götürmeyen bir yola
ota, yapraksız
ağaca, göğe bak
sonsuzluğa çağırır
doğa
yiter gider umarsız
iyiliği
bir gün daha
sessizliğin
bekleme boş yere
gelmeyecek
kurtarıcı, kendine
benzeyecek
doğanın gerdiği
bugün de
unutmuş olmalısın
gülünç işte
sessizliği delen
her sözcük
sanki ağaçlar
konuşuyor gibi
ölü doğan
yıldızları
olur da bir gün
unufak olursa yaşamın
umarsız anlamsız
kalırsan
bekleme sakın bir
kurtarıcı
yavaş yavaş doğanın
bir parçası ol
parıldasın
umutsuzluğunun bıçağı
Jean Luc-Godard
güneşe bakıyoruz
menekşe kokuyor
değişen yağmurlu
çiçek
son yağmurlarla
dolu gün
soğuk, hafif
rüzgârlı giderek
güneşe bakıyorum
geçip giden
kuşlar gölgeler
yapraklar arasından
bir koy yalnızlığı
bendeki
nesneleştiriyor
düşüncelerimi de
birlikte var
oluyoruz, bakılıyoruz
suların aynasında,
hüznümüz suları
geçiyor, nereye
gitsek suçlanıyoruz
oysa kendimizin
olan hiçbir şey yok
kuşlarla bulutlarla
denize bakıyoruz
koy sessizliğe
birikiyor
göksel erinci
buluyoruz
eğilip baktığımız
yağmurun gözlerinde
Tolstoy
geceyi çiftlik
evinde geçirdim
bir düşten uyandım
ki ölmüşüm
ıssız bir tren
istasyonunda bulmuşlar
üstüm başım çilek
kokusuymuş
vardır bir hikmeti
düşlerin de
dün köylülerim
çilek getirmişlerdi
Anna Karenina
rüzgârına kapılmıştım-
bugün yağmur yağdı
tarla kuşları uçuştu
biliyorum,
doğduğumdan beri bendedir
ölüm, yıldızlar
düşer, atlar ölür-
daha çok yazmalıyım
geceyi,
Anna’yı, ay giren
bahçeyi
Oscar Wilde
hüküm verildi
krallık tırpanı indi
insana tutku
sonsuzca cezalandırıldı-
türküsünü
söylüyorum şimdi
kuşlar gibi özgür
kalmanın
biliyorum yüzüstü
bırakıldığımı
ikiyüzlü tırpan
karşısında
parçalanmış ağızla
yüreğimin eğildiği
ülkemden uzakta
hüküm verildi hüzne
tırpan indi
aşka ekine ırmağa
ceza verildi-
söz, bir çakıl
taşıydı,
çiçek, akşam
kırmızısı,
engellendi gök
kıyılarına gelişi
Dostoyevski
beni mi sordunuz Suç ve Ceza’nın yazarı
nedensiz hüzünler
tutsağı
kolları damgalı
başı tıraşlı
kürek mahkumu,
cinleri
kovalayan, taş
kıran âdem,
ayağınızı çabuk
tutun
kuşuna dizmekte,
yoksa
babamı öldüreceğim,
Raskolnikov
benim, dodurucu
soğukta cinayet
işleyen, aranızda
dolaşan
cep saati durmuş
biri
batan güne benziyor
üzüntüm
bağbozumuna hüznüm
ne söyleseniz
haklısınız
kumarbazın biriyim,
bakamıyorum
ne aya ne
yıldızlara-
acıyım ben tepeden
tırnağa
bir ağacı aldığı
derin yara
sakallarımsa kuş
uçuran orman
William Faulkner
çiçekli bir su
yayılıyor Estella
doluyor ağzı
söğütlü bahçenin
bir su parıltısıdır
senin hayatın
parmaklarından
akıyor
yolun kenarındaki
bahçeyi
ağır ağır düzene
koyuyor
sessiz bir parıltı
gibi doğa
sen uyudun mu zaman
kırmızısı
öğle, taze bir aşk
uykun
dağılmış saçlarında
yuvalanıyor
güzelliği sende
toplanıyor gökkuşağının
gelincikler içinden
su akıyor
rüzgârı kovalıyor
kuşlar
giderek sana
benziyor su Estella
Anna Karenin
çok erken geldi aşk
beyaz
kış gündüzlerinde
karla kaplı yollar
yollar boyunca,
düşen bir yaprağın
garda dans edişiyle
çıplak bir ayakla
kar üstünde
yürümüş gibi oldum,
şapkamı
kaldırıp baktığımda
oradaydın
kar beyazı giysiler içinde Anna
baktım kış
ortasında bir gelincik
tarlasıydı
gözlerin, indim derinliklerine,
acı verdi
bakışların Anna
kılıçla yaralanmışa
döndü bedenim
sonra süregiden
günlerde soydum
kabuğundan seni,
fırtınanın
toprağa ektiği bir
ağaçtın,
sarıldım sana Anna
Sylvia Plath
bu çılgın ışık
geçiyor kırık yüreğimden,
bu ağız benim
değil, bu eşyalar korkunç,
dudaklarımdan
dökülen söz
fırlıyor ton balığı
gibi
birkaç kez
geçemedim ölümü
güpegündüz, her göz
attığımda çevreme,
görüyorum ölüyor
eşya, ustalıkla
ölmeliyim ben de
gölgelik bir yerde
dışarıda ağaçlar
çıldırmış, kış,
şubat ayı
sürüklüyor yaprakları-
görüyorum bu göz
benim değil
fırlayıp gidiyor
sokağa bir parçası
eşyalar yabancı,
göğün cini çarpıyor
pencere camına, bu
kez geçeceğim
ölü gözler
ülkesine, gencecik bir
yüzle, öyle
tanınmaz bir halde
Virginia Woolf
dar geliyor hava
odanın içinde
artık sıkıyor
duvarlar, pencere,
pencere camı,
özgürlüğün saati-
tik tak tik tak
rüzgâra karışıyor
her şey
alacakaranlık, eşyanın tini,
soluk alan taşlar,
beyazın üstüne
düşen gölge, güne
sinen sessizlik,
evrenin dinlendiren
müziği
ışığı taşıyan bir
çiçek, birkaç kuş-
katlanılmaz oluyor
her şey,
çiniler, tabaklar,
işlemeli örtüler,
ağır çekiyor
üstümdeki simli elbise
taşlar doldurarak
ölüm ceplerime
dalıyor bir bakış gibi
nehrin diplerine,
yok artık ne
alacakaranlık
ne büyük ağaçlar
yaprakları mavi
Gustave Flaubert
seni gölgesi kocaman bir ağacın altında
gördüğümde
yazın hafif rüzgârı
dalgalandırıyordu eteğini ve yaprakları.
ah Elisa, acılarımı
uzaklaştıran umarsız tutkum, hüzünlü
aşkım ve özgürlüğüm
oradaydı. büyü ve sevecenlik, korku
ve gözüpeklik
toplanmıştı zamansız esen rüzgârın sürdüğü
yüzünde.
gök yabanıl ve külrengiydi. bize
bakıyordu adını
bilmediğim bir
çiçek. heyecanlanıyordum çalılığa konan bir
kuş için . derin ve
inceydi bakışların ve sarılmıştı fiskoslarla
çevremiz.
sarsıldım, umut ve şaşkınlıkla baktım içten içe
oyuluyordu aşkla
dolan ruhum. saf ve naif gelinciklerle
dolan, yüz yüze
geldiğim ruhum.
ah Elisa, benim bağlılığım geçiyordu ağaca. orman
yolundan dönen düş
ağacına. ve sonunda ağacın altında
görüyordum ışıltılı
yüzünü.
Akira Kurosawa
“görüp işittiğiniz
nedir” diyor yaşlı
bilge,“benim
gördüğüm işittiğimden
farklı”, önündeki ateşi eşelerken gözleri
denizden uzaklara
göçüyor
iki Japon çiçeği
uçuyor
birkaç boz kuş
denize açılıyor
“görmüyorsunuz, yıldızların
çarkı
gündüz de dönüyor,
kör bir martı
denizin derinliğini
ölçüyor göz ucuyla
açılarak uçsuz
bucaksız maviliklere”,
ateşi
kıvılcımlandıran rüzgâr
sesini düzlüklere
taşıyor
evrenin toz direği
sözleri
aralanınca varlığı
işaret ediyor
parmağa takılan
gümüş yüzük gibi
ölçülü, soluk
güneşte soğumuş
yüzüne vuran ışık
kadar güzel
Honore de Balzac
cumhuriyetçiler
öldürüldüler yıldızlı
geceye gömüldüler,
o gün şatoların
şaşası balolarla
sürdü, su gibi
aktı damarlardan
şarap
ey Paris, ey
başkaldırıların kenti,
ince zarif
bacaklarıyla geyikler indi
sokaklarına,
özgürlük basımevlerinden
içeri girdi toz
duman arasında
kaldırımlarından
taşan öfke ve umut
şimşeğin yüzüydü,
gördüm,
parklardan
yürüyordu asi su
yitireceğini bile
bile yolunu
dolambaçlı yolların
tanığıyım
derin gözlemcisi
gündoğumunun-
uyandım üstüm başım
balık pulu
çevremi sarmış köy
çocukları
Ingeborg Bachmann
kirpiklerimin
ucunda bulutlu gökyüzü
sokağa çıktım küçük
adımlarla
var olmanın koyu
sıkıntısı
sanki bulutlar
gömüyor ölüyü
sokak geçen yılki
sokak değil
değişmiş ahşap,
bölünmüş evlerin
uykusu, kımıltısız
ay gibi
hüzünlü bir güzelliği
var günün
kuşlar gölgeler
bırakarak uçuyor
her şey yerinde
ölü zamanı eşeliyor
rüzgâr
umurunda değil
soluk güneşin
ne varoluşçuluk
felsefesi ne kuşlar
bir an gözüme
çarpıyor
çiçeğe durmuş
ağaçlar