23 Aralık 2011 Cuma





Niko ile Margarita



bu sevda bir uçurum otu Niko
gül çalımı, serçe uçuşu, geyik sekişi
ah, ne yaptın bu adama Margarita,
Niko fırça yangını renk cümbüşü

Niko bir jest, tepeden tırnağa bir tutku
olacak şey miydi Margarita
saf gülün geyiği terk edişi..
dokundu bana Niko Pirosmani’nin öyküsü

ah, kırmızı güller bir jest miydi
arabalar dolusu mimozalar, leylaklar
böyle hüzünlü mü bitecekti bu aşk
sona erdi sanki hayatın öyküsü

buzlar çözülünce Tiflis’e gideceğim
ölümsüzleştirmek için bu yalın aşkı
Sololaki sokağına yaz gelmiş olur
kuşlar dalgın uçar, ağaçlar büyür




Osip Mandelstam



beni de katıyor hüzünlerine Osip
Mandelstam. şiirler okuyoruz Anna’dan
suya ota ağaca
St.Petersburg’un puslu gecelerinde

geceler ah derin yara. patlayarak güller
açıyor Nadejda’nın yüzünde,
yüzü acıya sürgün, yüreği kıpır kıpır,
güzel günlerin geleceğine inanıyor

ben de şiirlerine katıyorum soluğumu
çitin üstünde öten elmacık kuşu gibi
yumuşatmak için bu katı havayı

ah, Nadejda, kılıcını çekmiş kışlarda
vedalaşmaların hüzünlü kadını
ne kaldı Osip’ten geriye? istasyonların
iç çeken boşluğu mu, şiirler mi?

puslu gecelerin soğuk koynunda





Anna Ahmatova

                  Nikolay Gumilyev’in söyledikleri

rüzgâr mı alay ediyor açık pencereyle
bu çarpan ne Anna, dikkatim dağılıyor
yitiriyorum sözcükleri, masanın üstünden
kâğıtlar, kâğıtlar kayıp gidiyor yere

ah, bir daha göremem Anna,
çiçeklenen kiraz ağaçlarını, uçarcasına
giden rüzgârı. yalnızca acı verdim sana,
yalnızca hüzün her uykudan uyandığında

birazdan beni almaya gelirler Anna
dolambaçlı değil idamın yolu
çıt diye kırarlar insanın boynunu
bir sabah çıplak bir avluda

bir daha baharı göremem Anna
yüzünde çillenen kırağıyı
gülleri, gülleri kırmızı sarı siyah..
benim için kaygılanma sevgili Anna
bir daha dönemem zalim aylara





Rene’ Char


suya inişini gördüm bir ağacın,
mahzun bakışını bir geyiğin. ah,
nasıl da sekiyordu taştan taşa
gölgeleri çoğala çoğala

sonra beyaz bir at gördüm
düş kuran ırmağın orada
tanıklık ediyordu bir dizi serçe
ağaçlı yoldan gelen Rene’ Char’a

şafak söküyordu bir horozun ağzında
bir balık sırtında zebra
suya dalıyordu. dağlarda, yaz
doruklarında direnişçiler ve Rene’

ah, Rene’ Char, ak buğday tanesi,
dupduru bir orman şiiri
kazanılmış sözcüklerle yazıyordu
nisan yaprağına atı ve geyiği





Sergey Yesenin



o çalıkuşu değil mi öten çitlerin üstünde
inekler horozlar tavuskuşları
yol gösteriyorlar sana Sergey
iyileştiriyor ruhunu alçakgönüllü doğa

kabuğunu çatlatıyor nisan, tarlalar
üstünde yine kuğular uçuyor,
otlar büyüyor Sergey, oturup okuyorum
kanınla yazdığın dizeleri

göz kırpıyor kaygılı yıllar Sergey.
alnında rüzgârın kırışığı. kır havası
iyi gelir diyorlar sayrılığına
orman, o mağrur deniz sonra

var yine yüreğinde bir uçurum,
bir menekşeyi koklamak da vardır ya
ah Sergey, serseri delikanlım benim,
seçimin oluyor intihar çiçekleri





Aragon ile Elsa



Paris sokaklarında pırıl pırıl bir yağmur,
oradan oraya sürükleniyor yapraklar,
kuşlar saçak altlarına sığınıyor.
kahvede
camın ardında bir çift göz
çiçek satıcısının çiçeklerine bakıyor
birdenbire açılan rengarenk şemsiyelere

Paris’in düşüşünü  unutmuyor hiçbir zaman
direnmenin çoklu günlerini
gözleri parlıyor Elsa’nınki gibi
kapıdan içeri girince beklediği

Paris bu yağmurlu günde daha da güzel
eğilip bakıyor gözlerine Elsa’nın
yüreği aşk bozgunuyla yıkık
kaygılı, tedirgin düşünceler içinde

Paris’in bu yağmurlu gününde
ikiye bölüyor bir damlayı
güzel havalar için bir yarısı
öbür yarısı derin gözleri için Elsa’nın





Paul Celan



yiten bir iğne değil Celan
acılarla dolu kabukları dünyanın
bir ay çıkar, tazelenir kavaklar,
güller, taşlar, kocaman kırmızı geceler

ay ışığı tanıklık eder aklaşan saçlara
katı sert buzlara, parmaklıklara,
değil, katiyen rüya değil
onca çileden sonra özgürlüğün

ölüm, parlaklığını yitiren yıldız değil mi Celan?
dirim, taşırız onu kuğu sürülerinin peşi sıra
şafak sökerken nehrin üstünden
uzaktan bakarsın kendine

gece gündüz Seine nehrinden sorulur
kasırgadan, taşlardan, kül olan
saçlardan, yüzyılın zalim aylarında
kim söyler senin kırağılı türkünü Celan?






Konstantinos Kavafis



yitip giden ne İskenderiye’de Kavafis
gençliğin mi, hüzünler mi, ah, ah,
balkonları çiçekli evler mi, güller mi?
değişen ne kentin sokaklarında?

bir İstanbul-Antakya dönüşünde
dolaştığın sokaklarda serçeler miydi
şaşırtan yolunu? bir geyik miydi
eşiksiz göllerden gelip düşen sokaklara

başka kentler mi başını döndürdü Kavafis?
ah, İskenderiye, derine gömülü gençliğin
geçer mi yine güngörmüş bir sokaktan
çiçeklerle, başında gençlik havası

gece fenerleri, yıldızlar, ışıkların demeti,
sonra doyumsuz coşkusu sevişmelerin,
bir zamanlar varlığında heyecan yaratan
ne varsa, yalın, içten şiirlerinde şimdi






Federico Garcia Lorca



Federico, var mıydı garip kuş Huma
ırmağı dolanıp gelen bir balığın sırtında
Granada yolunda var mıydı
sabahı uyandıran horozlar,
heybende ay, cebinde yıldızlar

ah, gitti gider delik deşik gövden
bir ağaçla yürür birlikte yürür denize
sonsuza yürür zeytin, portakal çiçeği,
Granada yolunda Granada yolunda

ah, sümbüller varır sonunda ırmağa
atın ovadan geçip Granada’ya
kılıçtan bir güneş fışkırır
güllerin içinden

ah Federico, var mıydı gümüş bir heybende,
olgun başaklar, zeytinler
yolunun üzerinde, ülkende
var mıydı sevdiğin bir çingene




Saint-John Perse



ben nasıl kör oldum. ben nasıl
görmedim develerin çöküşünü. ölü
otları, rüzgârın keskin kılıcını . doğuda
Ahmed-i Hâni okunduğunu evlerde.
dualar ve sirke kokusunun iyi
geldiğini sayrılara. geç öğrendim.

toprak evlerin damlarında güvercinler
ölçüyorlar göğün ölü sessizliğini
ben nasıl görmedim testilerin iç çekişini
koca ovada toprağın yemişlerini
diz çöken dut ağaçlarını, denizi
küçük büyük balığıyla yalpa vuran
kıyılara

ben nasıl kör oldum seklavi atın,
közün, kıvılcımın, ateşin ve buzun
koşuşunu görmedim doğuda,
otun uçuşunu uçurumdan, bağları,
bağlılığı güle ota ırmağa denize
Saint-John Pers’de





Fernando Pessoa



sayısız yıldız var Lizbon göğünde,
Fernando, ah, uçup giden ne elinden?
gençliğin mi, sevgilin mi?
yaşadın mı bütün hüzünleri, yenilgileri?

bir şahmeran öyküsü değil öykün,
Fernando, ah, ah dünya tenhalığı,
attığın, yalnızlığın biçtiği birkaç adım,
yaz yağmurunda güllerin yazı

bir geyiğin öyküsü değil öykün,
kör avcının vurduğu sessizliğin öyküsü.
hadi durma güller güller götür
Ophelia’ya, bir akşam iş dönüşü

hadi yalnızlıklardan anıt yap
huzursuzluklardan gece, hızını yaz
yirminci yüzyılın, gördün her şeyi,
yaşlandın bir kumaş mağazasında





Jorge Luis Borges



sonsuzluğa düşen ışık sararmış yaprakların da
üzerinde, sürükleniyor yürüdüğün sokakta
ah yeryüzü, yeni bahanelerle kuruluyor yeniden
keşfediyorsun serçeyi, sessizliği, sertliği

taşın sertliği değil zamanın sertliği Borges,
takımyıldızlarını, ayı, güneşi, koca evreni
geçip kalıyorsun bir şimşeğin izinde
pek belirginleşmeyen gölgenle

çöl içimizde Borges, arama başka yerde.
ölü yaprak, kırık gölge, tüten buğu,
Lokman’ın ele geçmez ölümsüzlük otu,
geçtik hepsinin içinden Borges, gidiyoruz

gidiyoruz bir küheylanın terkisinde
gümüş bir ay altında Kenan iline
aşk da bizimle özlem de





Adonis



gece ey, Adonis, gece Arap gece İbrani
Şam’da kırmızı bir şal gece
kımıldıyor parlayarak ay
otel odasının daracık penceresinde

çarşıdan, bedestenlerden yeni döndüm
hançerler aldım gümüş saplı, işlemeli
tütün keseleri, yüzükler, tespihler ey,
ey dedim kederden boğulan gençliğime

ay kara gece, ey göğsüme çarpan Feyruz’un sesi,
ey ufku değiştiren ot, ey dedim
ne zaman huzur bulacak Arap halkı?
sordum bunu İstanbul’lu bir Yahudi’ye

büyüyor boğazımda kuşların çığlığı
ey Şam, ey Adonis, sessiz sedasız
döndüm güllerin güllerin kentine
adımlarım boşluğa atılan ceset
gözlerim Fırat’ın yorgun uykusu



Arthur Rimbaud



parkın köşesine geldiğimde leylak sesi,
gül sesi karışıyor denizin sesine
bir kuş kanadının pır sesi. nereye?
yükseliyor göğün mavisine

yaşamak bir sicim boyu Arthur,
pars yırtıcılığında, karaca sekişinde.
kocaman yapılar arasından görünüyor
gök ve deniz. sonra leylak sesi
uçuyor göğün mavisine

yüreğin orgu uçuyor bir yitirip
bir bulduğum göğün maviliği üzerinde.
öyle çılgın öyle horozsuz bir gün,
Rimbaud okuyorum bir kanepede

ey günümü şölene çeviren şair, ey
büyülü kâhin! dolaştın bir zaman yüreğin
delik deşik Paris’in zarif sokaklarında.
üzüntülü ve gök gibi gergin. şimdi
adımlarını izliyor binlerce gölge





Cemal Süreya


tılsımlı bir söz seninki Cemal Abi
Mezopotamya’yı dolanıp gelmiş sıcak
kullanılmamış bir gök altında
emziren ölü doğmuş çocukları

bir çiçek, söze atılmış düğüm, ayağı
burkulmuş bir at, arasta serinliği,
sayrıları iyileştiren buğulu söz seninki
durmadan kanayan Cemal Abi

darağacında Pir Sultan perçemi,
çapaçul tarih, Frikya buğdayı, geçilir
bir yoldur toprakçıl şiirin Cemal Abi
bütün kök bitkiler onu sevdi

boğazımda düğümlü lokma, Harputlu
bir türkü, zeytin ve nar çiçeği,
Karacaoğlan Türkçesi şiirin Cemal Abi,
bütün çiçekçi kızlar onu sevdi



Sezai Karakoç



gül mevsimidir gülle başlayalım usta
Endülüs uygarlığına, sarnıçlara, surlara,
gül koksun Şeyh Galib’in tespihi,
yoksulun ekmeği, hüzün eşikleri

yıldızlar ey, şimşeğin tutkusu, ölü kuşlar,
ruhumun engebelerini aşacak kadar
kanımdaydı usta. ölüm geldi
dört yanımı sardı usta

benden sonra da açar güller, ay
vurur sarnıçlara, bağlar ışır.
incir kuşları uçar,
okunur yüzyıllar geçse de Monna Rosa

ey orucunu açan ağaç, ey buğday
saklı ova, geldim işte binlerce
yıllık atlarla, yaban söz çekerek  
yüreğimde onmaz bir sızıyla

ey nar çiçeği, ey sağaltılmış şerbet
sunsunlar öldüğümde kâse kâse
gül koksun fenalıklar, ölü yıldızlar,
yanayım yine başkasının ateşiyle!




Walter Benjamin



bir kış gecesi puslu pencere camından
bakarak düşündüm trajedini Benjamin
ey Paris sürgünü, ey intihar güzü,
rüzgâr yeleli bir at gibi geçen yıllar
mutluluk isteğini yasa boğdu

ah, Paris’in pasajları, ah çocukluğunun Berlin’i,
gittiğin yerler, döndüğün şehir, ürperen ten,
korku, baskı, zulüm. gördün yine de
ışıklarla donatılmış ağacı Paris’te

ah Benjamin, ikiz kardeşim benim
yan yana geliyoruz intihar boşluğunda
apartman mı olur balkon mu yoksa
ah işte yitip gidiyor kanatlarımız

ah Benjamin, nisan yaprağı değecek pencereme
kirazlar olgunlaşacak yaz gelince bahçemde
ben yine Pasajlar’ı okuyacağım dipte
kabuğundan soyunurken eski dünya






Matsuo Başo



dediler Başo geçmiş bu patika yoldan
fısıldayarak çimenlere, parlak tüylü çiçeklere
yaşama hevesini

dediler Başo toplayarak başına öğrencilerini
kırağıyı konuşmuş bahar sabahında
yaprağa düşen

bir gün dediler ki haiku ustası Edo’ya göçmüş
yağmurkuşu da peşi sıra
gittiği yoldan

ne derlerse desinler yine güz gelmiş
gecesi gündüzüyle
Başo’nun şiirlerine


dediler Başo ‘böylesi daha güzel’ demiş
taşın içinden geçen rüzgâra
güz gecesi






Rainer Maria Rilke



ağaçlar testiler yıldızlar kuşlar
uzak değil, bir güz boyu yanında
denizin sakladığı kabuklar kaldı
ses alıp veren içerde

giyindin güzü, deniz kıyısında fırtına,
ne gariptir başı boş sesler doldu
içine, çevirdin yüzünü denizin uğultusuna,
çözüldü fırtına bir ânda

göller, kuğular, kanadı kırık ağaçlar,
kim nerede mutlu olmuş ki?
karşı karşıyayızdır Pars’la hep
bunun yok başka ötesi

incir ağacı! geç kalmayalım ona Rilke
uyanıp giyinmiştir sabahı
uzak bahçeler çağırıyordur belki
bastırmak için boş gürültüleri

kuğuları görseydin doğrulanırdı kalbin
yadırgamazdın dünyanın sessizliğini
fısıldayarak konuşmandan belli
ruhunun duruluğu, arılığı Rilke







Attila Jozsef



ey işçi saatleri, ey yoksul mahalleler!
kılıç gibi soğuklarda annen,
yüksünmedi çamaşıra gitmekten.
bir kez olsun eksiltmedi sevgisini.
annen ki iyilik ve incelikti Attila

Macar toprağının olgun başakları ey!
işçiler, kardeşlerim, yağmur altında
özgürlüğe yürüyenler ey!

ey Mayıs havası, ey sarı çiğdem,
yine bahar geldi. Macar toprağından
tütüyor buğu. benim içimi dolduruyor
ölümünün korkunç hüznü

ah Attila, kim intihar etti seni?
Macar toprağında yine mi keder?
indirin bayrakları, sancakları indirin!
ağla Flora ağla!



Vladimir Mayakovski



hadi sür çınlayan dizelerini burjuvazinin üzerine,
döv kalabalıkların ayaklarıyla alanları.
sonbahar yapraklarının ezilirken çıkardığı sesi
kat bağıra çağıra kısılan sesine

hadi koş bir kuşun ardından.
serseri ruhun sakınmaz sözü
fırlatır devrimin düşmanlarının yüzüne,
gerek yok şiirlerinde oyuna

demirden dizelerinin hızı terzilerde yok
bir şamar gibi iner yağ tulumu burjuvaziye.
ah Lili Brik, bir o yıkar delikanlı onurunu
bayatlamış aşkları siler süpürür

nasıl unutur insan gökyüzünün maviliğini,
tek başına nasıl gidilir ölüme Vladimir?
öyle derin, öyle sarsıcı ki ölümün
umutsuz kapıyı rüzgâr çalar





Oktavio Paz



ah! yenilgi yılları İspanya’da
gecenin saf yalnızlığı mı, kör ışığı mı?
tozlanıyor gözkapakları Cumhuriyetçilerin
Madrit düşerken çekiç sesleri arasında
iniyor faşizmin kılıcı sessizce

ah o parlak yıldızlı Hindistan göğü
de gidermiyor yalnızlığını Oktavio
ay ışığı solarken yaprakların üstünde
horoz sesleriyle doğrulanmıyor kalbin

ah! Oktavio, yalnızlık bölük bölük
bölüyor insanı, hangi balkona çıksan
uçurum. koyu gecenin çiçekleri
uçup gidiyor denize

ay ışığından bir yüzük yaptım Oktavio,
yalnızlığına dönüp bakacağın ayna,
anımsatır belki sana yenilgi yıllarını,
anılarını, incir ağaçlarını, koyakları,
güneşli bir günün sabahında






Melih Cevdet Anday


atı göğe bağlamış Köroğlu
Karacaoğlan fırlatmış savatlı Türkçeyi
sümbüller içinden akan ırmağa
saklamış en diri sözcükleri bir zülfü dolaşığa

bir sabah yola çıktıktı Toroslardan
cebimizde otuz kuş öyküsü
torbamızda azık yerine Melih
Cevdet Anday’ın bütün şiirleri

yaprağın tozu, yolun ışıltısı, ayva
kokusu, yıldızlar ve ülker solmuştu,
şarap gibi denizde yürüdüktü
başımızın üstünde fır dönen bir martı

biz bu yüzyılı daha önce yaşadıktı,
sarptı yolu, oyaladı taşlar, otlar,
saman yoluna baka baka yattıktı,
deniz kıyısında doludizgindi atlar



 


Behçet Necatigil


ben gülleri Necatigil için almıştım
caddenin en kalabalık saatinde
sümbüllerin, kırmızı karanfillerin saatinde
bir ay damlarken derin kalmıştım

ah, pazar filesi elinde, sönen sigarası
dudaklarının arasında, sokaktır, evdir
git gel Pars ensesinde -
öyle kalmış görüntüsü aklımda

ben gülleri zifoslardan kurtarmıştım
gelir geçer yazlardan, yağmurlardan
çamurlardan kaçırmıştım, asfaltlardan sonra –
dokunsam sencileyin solar mı usta

hikmet burcunda, gül götür dediler
nergisleri kim getirdi bilmiyorum
görgüsüz bir ay çıkmıştı parlatan
kapı önüne dizilmiş ayakkabıları







Yorgo Seferis


kayanın üzerinden denize bakıyor balıkçı
Yorgo Seferis’ten şiirler okumuş, sarnıca
düşen ayı görmüş, gümüş paralar
gibi parlayan barbar ayı

şimdi
deniz kabukları toplayan Yorgo’yu düşünüyor
adada, imbatı alıp arkasına
ufacık tefecik bir adam o
tılsımlı deniz feneri az ilerde
göz kırpıyor kuzeyden güneye

deniz, Seferis’in denizi şarap rengi,
gece, ah gece inerken deniz kıyısına
birleşip balıkçının elleri oluyor
baş döndürücü bir hızla

toprak bir testiye dokunuyor
suyla dolu. derinlerde kalıyor ruhu
batık bir geminin içinde
kolları omuzları gemi direkleri







Guillaume Apollinaire




aramadın başka gök Apollinaire
Paris’te, her sabah bakmışsın
değişmiş pencerelerden gördüğün
gökyüzü. sevdin hep beyazlar giymiş
sokakları. ey ezberinde olan sokaklar,
ey karşılıksız verilmiş çiçekler!
ey demekten usandı mı Apollinaire?

yazık, unutulmuş eski kışlar
bol yağmurlar yağardı çinko damlara
yağmurun müziği açılırdı
bir şemsiye gibi Adana sokaklarına

kıvrılıp oturmuş bir köpeğe baka baka
geçen benim taş köprüden
eskiden sevdalı kadınlar geçerdi
hüzün yüklü bulutlardı onlar
kübik bakışlı ve kibirliydiler

ey apartmanlar arasından payıma
düşen gökyüzü, ey peşi sıra koştuğum
kuşlar. sürüyor işte dünya konukluğum
okuyarak ‘bir aşk kırgınının şarkısı’nı






Pablo Neruda


Şili’de berberlere sordum adını
sayrılarevinde hemşirelere, patlak
gözlü sokak çocuklarına Pablo,
yoruldum serüvenini öğrenmekten

bahar ayları zalim, çılgın gülleri,
unutuşla bezeli günleri geçtim.
bir makasla kestim denizi.
duydunuz mu Pablo öldü dediler,
koca gövdeli sürgün, bungun ağaç.
yanık bir ot oldum tepelerde,
sokaklarda ipsiz serseri, denizi
çağırdım yanı başına, sessizce kalan
şiirler yazdığı yaşlı kadınları,
geldiler

ah Pablo, Şili’nin derin sesi,
iyi kumaşın çıkardığı ses,
berberlerin makas sesi,
zambakların kesik sesi,
sustu dediler. öyle yalın,
öyle saydam, öyle berrak
ve öyle çoğuz ki şimdi






Aristoteles


toprağa düşen ilk yağmur damlası o
bir deha derinliği, saf, benzersiz
pırıl pırıl nar ağacı
rüzgâra karşı duran

kolunu uzatıyor uykulu ağaca
handiyse köklü bir anlatı
ağacın sözleri, derin bir
başyapıt tazeliğini koruyan

ah, Aristoteles, asma altında
temize çekiyor düşüncelerini
yaz erkenden varırken uzaklara
dolduruyor havayı ağustosböceklerinin sesleri

kuş ağaç bulut taş gül
nasıl bir yanıt kim bilir
çocuksu dehasına, nasıl bir ıssızlığın
içine düşüyor öncesi yok

uzaklara, uzaklara bakarken bir köpek





Şeyh Galib


ah şeyhim! su güzelliği midir bu,
suyun kederi ben miyim?
içimde bitkiler büyüyor, otlar,
rüzgârda savrulan buğday tanesi miyim?

ah kıymetlim, şeyhim, gözbebeğim,
ben Mansur oldum ateşi yakan,
buldum varlığın cevherini, insandı
tekerleği döndüren ipeği dokuyan

ah efendim, insandır kutlu olan,
ormanların yaprağı, suyun ölçüsü,
hayvanların gece parıltısı

ya dağ köylerinde develeri ıhtırmışlar
şeyhim, ya kentlerde insanları
bu mudur yeryüzünün onuru –
içimde görünmeyen kavaklar ürperir

yok bende kuruntudan eser şeyhim,
taştan taşa geçen sesim





Yannis Ritsos


kimse çiğnenmiş otun yasını tutmuyor
yağmurda kalan onurun
paçavralar içinde özgürlük
parmaklıklar soğuk, soluyor dışarıda
otların gölgeleri [ ki binicileri bağlamış
zeytin ağaçlarına], göğün davulları
uğultular içinde zamansızlığı çalıyor

kimse anlamıyor atların kişnemelerini
göğü yırtan kuşları ürküten
güneş şafağa damlıyor, bir adam
dayanmış duvara sigara içiyor,
yavaş yavaş adada gün ışıyor

ah, adalar sürgünlüğünün yurdu ,
dağ keçileri, inekler, tavuskuşları –
köylüler taze yumurta getirmiş pazara,
otlu peynir, zeytin, tereyağı,
katırlarının yükü bol güneş

ah, Yannis, yanı başında ölenler
acı kökü değil miydi Yunan toprağının?
baş eğmediler ne ölenler ne yaşlı
kadınlar zalime, o koyu sessizlikte

güneşin şalı acıları örtüyor







Bertolt Brecht


örtün bütün izlerini B.B. çalışıyor
masasını kalemini kâğıtlarını
gizleyin, çalışıyor çatı katında

göller taşlar yoksullar söylemedi mi
horozların eskisi gibi ötmediğini
kulak verin katı gökte sessizliğe
suların yer değiştirmesine bakın

Bertolt Brecht çalışıyor, kaçıp
gelen soğuğa karşın hep, ona
bir eldiven, birkaç çorap, bir palto
alın, ısıtsın sözcüklerini

bulutlar geçerken pencereden
bir yaban güvercini konuyor
Viltava sessizce akıyor
üşüyen parmaklarından




 Oktay Rifat


fırdöndü bir rüzgârın dostluğu mu olur
deniz kıyısında uçuruyor şapkamı.
Orhan’ın rengi külrengi, Melih oğlunu da
getirmiş. kum deniz rüzgâr

“eksildik” diyorum “biz eksildikçe
kar yağıyor tepelere”

deniz kabukları topluyor güneş,
yaşlı denizin sakladığı ne,
neden açılıp kapanıyor deniz kabuğu
akıl sır erdiremiyor Orhan

yaz sokuluyor Melih’in kırçıl bıyığına
“eksildik ama” diyor “kar gibi
saatlerce yağdık Türkçeye”

bakıp duruyorum kum dolan şapkama
rüzgârdı şapkaydı kumdu, uzaktan
uzağa konuşmalardı eksiliyor
uzaklaşıyor Samih ile babasının
kemikli gölgeleri




 Odisseus Elitis


bütün ağaçlar uykuya dalıyor
gece serin, adalar denizi ürpertili
karşı yaka zeytinlik, biz uzun
uzun bakıyoruz değişen denize

sabah yavaş yavaş nar çiçeği giyiniyor
biz yola çıkarken koya doğru
pırıl pırıl yıkanmış tekneler bekliyor
tutuşan güneşi kıyıda

çelimsiz ayaklarıyla çıkıyor akrep
taşın altından. zambakların parıltısı
canlandırıyor kuru dalları –

çocuklar yalınayak denize koşuyor
deniz bizim yazgımız, balıkçı doğduk,
güneş, limon ağaçları, ışığın iyiliği
bize yetiyor kayalardan esen rüzgâr

bakışlarımızda güvercin aklığı var







Turgut Uyar


ama ben büyüyüp giderim nehir boyunca
çavdarlar büyür tarlalarda
aşkımız ellerimiz sakallarımız
bir kamış büyür burada denize karşı
kökü kalır gelecek yıla
varlığımızın işaretidir belki
nasıl söylenir işte öyle
güneşin sıvası dökülür gün pörsür
takıntısı olan şarap içmeye gider
ben kalırım kutlu günlere

ama işte gökyüzünün maviliği yürürlüktedir
acı yürürlüktedir dünyada
gülün dikeni yürürlüktedir
nereye gidersen git incinirsin
sığırcıklar sular atlar olur
büyük avlular kuyular dut ağaçları
çağırır giderim büyüyüp ikindilere

ben kalırım büyür gider şiiri
bir aklık olur Akdenize






Furuğ Ferruhzad


ikindi yelidir kovalayan Furuğ’u
bir fıskiyenin ayakları yürüyüşü
uçuyor başından başörtüsü

fiskoslara aldırmadan kederlere yürüyor
dağıtmak için ülkesinin kör, sağır havasını,
yürüyor yara bere içinde yumuşacık yüreği

ah Furuğ, güneşin lekeleyemediği cadı,
bir kazaydın kendine
bir geyiğin ölümü gibi oluyor
ölümün de

zamanın geçtiğini gölgelerden anlıyorum
sabırlı ince zarif ânlar
Furuğ okurken bir elmayı kokluyorum,
çocukluk işte o geniş bahçe







Theo Angelopoulos


Theo Angelopoulos öldü sıradan bir ölümle
sonsuzluğa giderken kanatları
insanın trajiğiyle dopdolu kalbi
durdu

bir otobüsün umutsuzca şehri dolaşması,
puslu direkler, sis içinde dünya…
varoluşun kıyısında gezdiriyordu beni
yalın sineması

Theo Angelopoulos öldü saçma bir ölümle
içimdeki patlama durdu, hayal kırıklıkları,
hüzünler sis içinde kaldı hep
[nasıl kederli olabilirim bundan daha fazla]

bir ot buzun altından başını doğrulttu,
turaçlar göründü Toroslar’da,
Akdeniz’e ünledim olanca sesimle:
Theo Angelopoulos öldü sıradan bir ölümle






Puşkin


Petersburg kışları Puşkin
üşütüyor kanatlarını, sözcüklerin uçuyor
sessizce yağan kar gibi
kentin sokaklarına

dibinde yaşıyorsun uçurumun,
Kafkasya’da geyikler inerken köpüren
sulara doğasın sen, ellerin ayakların
çiçek açmış bir ağaç

kar kar kar yağıyor ısrarla
hey delikanlım, kurt sürüleri iniyor
ovaya, her yerde don var,
yüreğin don, dilin şimşek izi, uçuyorsun

hey fırtınalı ruh, kar uçuruyor
troykanı, uğulduyor doğa özgür benliğinde,
yenilmiyorsun işte
kış ortasında kar inceliklerine






Stephane Mallarme’


küçücük bir kuş buldum otlar arasında
uçamıyor daha, taptaze tüyleri
yaz günü şaşırdım ne yapacağımı-
dağ yolunda bir kuşum var benim

rüzgâra gömülü dağ yoluna yetişmek
gibi bir şey sisli sözcüklerle boğuşmak,
ey Mallarme’, bilinmeyene uzanan bıçak,
yolum kuşlardan örülü bir orman

tutundum sözcüklerin saf parıltısına
gölü değil önce kuğuyu gördüm,
işte aydınlık bir kuğu boynu,
işte göz kamaştıran yalnız kamış

işte göl! dedim, işte yaz gülleri
beni kim sandınız? sessizce türküsünü
söyleyen bir ağaç, bin kılıklı hayalet,
ölümü sorgulayan sekili at






Rafael Alberti


Rafael, senin mi bu dizemli ses,
aşıp geliyor sürgünden dörtnala,
dörtnala İspanya toprağına
buğdaylar arasından geçiyor
yalınayak söz. gizemli bir at [huysuz
bir o kadar da] gezdiriyor onu
keyfini sürerek dörtnala

kuşotu ışıyor dörtnala giden ata
köpüren sular oluyor ne gece
ne gündüz demeden, dörtnala
bir salyangoz denize doğru koşuyor

ah Rafael, kim karartıyor şafağı
kim denizi kapatıyor ülkende
kim sütunları göz göz oyuyor
kim çalıyor çocukların gülüşlerini

ah Rafael
rüzgâra gömülü sesin ki dörtnala
dörtnala dolaşıyor Madrit’i hâlâ
kenarda yaşayanlar arasında
sekreter kızlar, denizciler arasında







Özdemir İnce


yel değil miydi turaçları kovalayan
Fındık Pınarı’nda yel cini miydi yoksa
bir at arabası dolu portakal
kokusunu gezdiriyor dağ köylerinde

“gölgelerimiz Toroslar’da kaldı Doğan”
diyorsun, kuş üzümü atıştırarak,
“bir ayağımız dağ bir ayağımız deniz”
“yaza ne kaldı şunun şurasında?”

çarşılar baharat kokuyor yine,
develer geçmiyor artık, kırlangıçlar
sürüler halinde uçmuyor caddelerde
[eskiden Mersin böyle değildi]

“bakmayın bilge sözler ettiğime”
diyorsun, “körüm ben görsel çağda”
“zaman benden önce gidiyor”
“bozuk paralar bırakarak dağ gözelerine”

“ellerim mi gözlerim mi çiçek oluyor”
“Gözne yolunda birdenbire”






Andre’ Breton


tütün de satılan dükkânın önünden gördüm,
faytonlar ve develer göğe yükseliyordu,
opera binasının esrik hâli beni şaşırttı,
denize çarpa çarpa bir Arap dansçı gibi
devinimler yapıyordu. ben esrik değildim,
Toroslar’dan gelmiştim otuz kuşun eşliğinde,
yollarda öldürülen gencecik çocukların
dağ yası içindeydim. heybemde azık yerine
koskoca deniz

akşama doğru tütün de satılan dükkânın
önünden ayrıldım. kendimi kazara dünyaya
gelmiş biri gibi hissettim. deniz kenarında
oturup bir kanepeye Breton okudum,
leyleklerin uzun bacaklarını düşündüm,
tefeci Yahudi’lerin büyük tedirginliklerini,
kanatlarımı açtım denize doğru yükseldim,
ağzımda adı bilinmeyen bir çiçek,
uzak kıyıların çağrısına uydum,
kabuğumu parçalayıp boşluğa bıraktım






Attar


otları bitkileri kuşları diyor bir ses
Attar’dan sor, Hüthüt’ü, Simurg’u,
ben de uğruyorum aktar dükkânına
kuşburnu havlıcan karanfil alıyorum

güle sor yakıcı eczayı, Moğol
yağmasını, Attar’ın öldürülüşünü
sonsuzluk urbası biçerken insana;
büyük bir sudur o dünyayı dolaşan

ben de gidiyorum otuz kuşun peşi sıra
bir yol açıp Mersin’den Nişabur’a,
bir yol açıp sevgililere,
yol aldıkça görünmeyeni görüyorum

bir ses bölüyor boydan boya geceyi
ah Attar’ın sesi bu çiçeklere çalışan
kuşları geçiriyor yedi engelden
görmeleri için kendilerindeki cevheri






Li Po


onu tanıdığımda şiirler söylüyordu
nehre düşen şeftali çiçeğine,
sisli güne, çiye, yaban kazlarına,
suya düşen ayın parlaklığına

sarhoş bir rüzgârla da söyleşiyordu
dağ bayır demeden dolaşırken Çin’i
karmaşık düşünceler içindeydi

onu tanıdığımda rüzgârı uğurluyordu
otlar toplamıştı nehir kıyısından
oturup söyleştik çay içtik
çiçek yüklü bir geceydi
ağustosböceklerinin ezgisini dinledik

ne zaman rüzgârın hışırtısını duysam,
Li Po geliyor aklıma, sandalda,
görüntüsü suya düşen ayı
kucaklamak isterken boğuluşu






Georg Trakl


yalnız sana özgü değil camdan bakmak
yağmur yağarken uzaklara
akıp giden bir nehre
darmadağınık bakışlara

gün seninle gider üşüyen avuçlarla
eşiğin cini ruhunu allak bullak eder
bir kaplumbağa sisli havaya çıkar
çıkarırlar seni de hastane bahçesine

ey hüzünle kamaşan yalnızlık
derindir incelen benliğinde akşam
sana özgüdür hiçliğin hizasında durmak
intihar öncesi intihar sonrası

yağmura tutulmuş bir kuş telde
uçmayı bekleyen sessizlikte
baktın ve gördün
senden gider onarılmaz ruh
ormanın ağacın kuşun ötesine







T.S.Eliot


kocaman bitki örtüsü de dindirmedi sıkıntımı. suyu çarpa
çarpa yüzümü yıkadım. ah, deniz, kıyıdan uzaklaşan deniz.
konuş benimle. sis bastı ortalığı, nedir bu kuşların şamataları?
‘rüzgârı kovalıyorlar’. ama bu sesler çılgına çeviriyor beni.
madam Silva olsa ‘mandalin likörü iç, sakinleşirsin’ derdi.
ah, gürültücü kuşlar! sahili boydan boya geçiyorlar. güneşli
bir gün. madam Silva olsa ‘Eliot, bu sessiz kalabalıklar yaralıyor
seni, kuşlar değil’ derdi.

kuşlar, baloncular, kâğıt helvacılar, ama gidermiyor iç sıkıntımı.
geri çekilen deniz, kanapede uyuklayan ihtiyar, fısıl fısıl rüzgâr.
şimdi düşünüyorum da çilek mandalin limon kızılcık kavun
likörü yapardı madam Silva. ah, burada olsa ‘varlığın da azap
kendine’ derdi. biliyorum, bütün eşikleri geçtim, eczacılar
tanıyorlar beni.

insan adalar denizine gitmeli dağıldığı günlerde







Ehmedê Xanî


köpekler uyuklayan rüzgârı uyandırdı. çocuklar köyün
meydanına koştular, çeşmenin etrafında buluştular.
yazması rüzgârda uçan bir kadın meydanı geçti. bir kuş
çitin üzerinden uçacağı yere baktı. Ehmedê Xanî evinden
çıktı, bozulmamış Kürtçesiyle çocuklara seslendi: ‘sessiz
olun, geyikler inmeyebilir dağlardan! size Mem û Zin’i anlatayım.’
sesinde varoluşun sadeliği vardı, parıltılı, inanılmaz.

kirpikleri upuzun bir çocuktum çayırlarla büyüyen. öykünün
hep ötesini merak ettim. köpeklerin uyandırdığı rüzgârla
koştum. samanyolunun yanında uyandım, yıldızları saydım
toprak damda. köpekler hep havladı heceleyerek taşları.

Ehmedê Xanî, baktım, büyülü sözcüklerle konuşuyordu.
Elmanın sesiydi sesi ve genişti. sanki duyulmayanı dinledikçe
ilkyaza giriyorduk. doğunun da doğusunda çocuklardık,
nehirle, kuşla, ağaçla yürüyen. Kürtçenin parıltılı iziydik,
denize indik.

keder damladı her sözcüğümüzden







Yves Bonnefoy


topraktı havaydı suydu hakikat yolunda eşiğinden geçtiğin.
lekelenmişti gölgelerle gün. tekdüze sesler [eşiğin sesi, yaprakların
hışırtısı] rüzgârın deviniminden kurtulup sana doğru geliyordu.
zamana değmeden geçen rüzgâr ah doğumlara ve ölümlere
sessiz kalıyordu. ölümün sınırı doğudan başlıyordu. elini uzatsan
köyler kor, uzun uzun baksan tütün saran köylüler duvar
diplerindeydi. ‘bak’ diyordun ‘köpeklerin dalgın bakışları çoğalıyor.
işaretlenmiş kapılarda çiçekleniyor acı.’

ah, her yerde körleşme. [kaçınılmaz ölümden önce körleşme bir
kaçış mı Bonnefoy?]

bir çiçek patlayıp açarken taşın sevincini görüyordu. örümceğin
gizemli ağını, akşamsefasının neşesini paylaşıyordu.

derin bilgi, devrik bir testinin, soğuk suyun ve rüzgârın çarpa
çarpa kanattığı kapıların. körleşmeye karşı uyanıktı hep.

bir lamba yakıyordu Bonnefoy. gece uzuyordu.







İlhan Berk


bu İlhan Berk ışığı bu köşeli ay
bu kıyısız denizler bu gerinen sabahlar
bu gitmeler bu bakmalar
eskimez bir aşk içindi

adı İlhan Berk olan şiir içindi
bu ihtiyar ırmak bu rengarenk mızıka
bu deniz lalesi bu pavurya
bu çılgın akarsu bu ayrıkotu

birikti sular oldu yeryüzünü de gökyüzüne de
suya tuttu dünyanın kirini
kâğıt gibi yüzü, gün dönümü arkası,
sözü kuşlara bağladı

işte elleri beyaz biraz daha beyaz
som gökyüzünü değiştirmek içindi
dalgın bir geyiğin peşi sıra gitti
gidişi bir ormanın iyiliği içindi

kanatları Türkçenin güzel inceliğiydi






Fazıl Hüsnü Dağlarca


gözleri değirmi aydınlık günün
ışığı kesen çapraz bir ağaç
kol kanat germiş gölgeye
bütün sesler kesilmiş çıt yok
koca ova sonsuz varoluş
boş vazolar, testiler, kamış sepetler
yan yana gelir, acıya dolar
nar ekşisi durgun koyda

tuzun hikmeti sorulur denizden
balığın  yan gidişi, güneşin ağaca çıkışı
sığmaz evrene söz, bilinir de
Şeyh Galib’e söz üstüne söz düşürür Dağlarca

gider taşın içinden bir gölge
uykulu pencereler aydınlanır
ne yapsam ayrılamam koca evrenden
bir parıltıdır tanığım

çocuklar arta arta büyür, kuşlar uçar
akıldır ters köşede oturan
aklın kanatsız bir kuş olduğunu bilir de
yalnız yürür içindeki boşluğa






Nâzım Hikmet


yıl 1968 aylardan Mayıs. şiirlerini okuyorum tane tane dağılan
yıldızlı bir gecede. ‘körler onları görmese de yıldızlar vardır’  
diyorsun rubailerin birinde. ah Nâzım Hikmet, körüm ben.
salyangozlar iz bırakarak gidiyor asfaltın üstünde. kuşlar
uçuyor benden habersiz, âsiler yine. hayal değil gerçek uçsuz
bucaksız evren. bu parıltı, bu alçakgönüllü güneş devam ediyor
doğmaya doğudan. gün dönümünde günebakanlar hışırdıyor
rüzgârla.

yıl 2012 aylardan Şubat ortası. portakal kabuğu kokuyor ortalık.
bahçedeyim. ufuklardan ufuklara kolan vuruyor kalbim.
sevda bahsinde acemiyim. buharlaşan toprağın yağmuru olsam,
toprağa karışsam, daha ne beklerim?

kirpikleri yağmur damlası bir sevgilim yok benim. gül alevi terk
etti beni. uçup gitti gözlerinden hareli gölgeler. artık bir sevgilim
yok benim





Edmond Jabes


sözcükleri sessizliğe çağırdı Edmond. ‘özgürlük’ sözcüğü
kanatlanıp karşı durdu bu isteğe. akarsuya baktım, akarsu
kanatlanıp akıyordu. ‘Edmond’ dedim ‘Mısır’da böyle mi
akıyor Nil?’ hışırtıyla bir kuş geçti. güneş mızrağını gölgelere
batırdı, oynadı. ‘Ah Mısır’ dedi ‘çivi yazısı, mürekkep kokusu
unutturamaz sütunlar için akan kanı’

otlardaki hüznü, insanın bütünlüğünü, akarsudaki atları,
insanın yalnızlığını düşündüm. akarsu aşındırdı bütün
düşüncelerimi. ‘daha uç ne var insandan başka? konuğuz
dünyada, bir gün akarsu olacağız, baş döndürücü bir hızla
akacağız denize.’

Edmond’un gizemli sesi duyuldu mu yirminci yüzyılda?
yolda, akarsuya sorurken yolu, kaynağı gördü insanda.

ondan dilin imgesi kaldı. seçilmiş bir gölgeydi belki gizlenen,
gözüpek ve atak. öldüğünde acı çeken akarsuyun günüydü.





Sâdi


“eski gül bahçeleri yok artık”
dedi hırkasını düzelten gül hanım
“güller seralarda”
“ah çiçek bahçeleri, gül bahçeleri”
“Şiraz’da rüzgârlı serviler boyunca”

“eskiden gül dikeniyle sevilirdi”
dedi buğulu camdan dışarıya bakan
gül hanım, “katlanılırdı gülün dikenine”
“şimdi gül yetiştiriliyor”
“sevgililer gününe seralarda”

“bir deli vardı bizim sokakta”
dedi gül hanım perdeyi aralayarak
“cebinde yüzlerce düğme”
“gül verirdi genç kızlara”
“gül kokardı sokak o gelince”

“şimdi apartmanlar arasında”
“saksılarda yetişiyor gül”
dedi gül hanım, sesinde elma tadı,
“ah, gül, kim bilir hangi sapakta”
“çözülüyor bağlarından”







Orhan Veli


Orhan Veli’yi gördüm cebinde şiirler.
yüzü sanki solgun bir akşamüstü
yağmurluğunun yakasını kaldırmış,
belli ki üşüyor

Orhan Veli ki allı pullu Türkçeyle
temize çekiyor koca denizi

dedim ki kendi kendime, İstanbul’un
kuşları avare, süsenler, erguvanlar üşüyor,
dem çeken güvercinler dört dönüyor
cami avlularında

Orhan Veli, ‘Veli’nin oğlu’
geçiyor Galata köprüsünden elinde oltası
kuşlara çınarlara benziyor
güneşin doğuşunu gören yüzü







Adorno


bu kadar umutsuz mu yeğ tutulan patikalar, dağlar,
sis basmış kayalar. Avrupa kördüğüm. Benjamin
Paris üzerinde huzursuz bir bulut. alınmış elinden
yaşama nedeni.

ah Adorno. dağlar ki söyler türküsünü yalçın
tepelerde uçurumun. bilinmez değil, var olandan
çıkar mutluluk veren her şey. izin ver anlatayım
dorukları, şaha kalkmış at görünümlü bulutları.
(yıldızlar nasıl görünür buradan?)

ah, ah amansız acımasız inen tırpan. başaklar kan.
‘barbarlıktır’ demiştin ya ‘Auschwitz’den sonra
şiir yazmak’. ah Adorno, yazılır dağların doruğu
için. gözüpek direnç için.

izin ver anlatayım
göçüp giden güzel insanları





Kobayaşı İssa


ince uzun bir yolu
gider bir atlı
terkisinde yaz güneşi

dereler kulak verir
dökülen kuş seslerine
bir de yaz türküsüne

İssa’dır giden atlı
tarla kuşlarını ürküterek
ince uzun yol boyu

yazı konuşur kiraz ağacı
sabah yeliyle
tanığıdır Kobayaşi İssa

tatlı bir esinti
yayılır kiraz çiçeklerinden
iç çeker ova






Max Jacob


rüzgârda uçan bir şapka görsem
şapka şapkadır kareli kasket fötr
gökyüzüne çalışır hangi yöne gitse
yağmurda ıslanır güneşte kurulanır
değirmidir ya da köşeli rüzgârda uçar
komik durur kiminin başında
kübiktir göğe erince sahibinin başı
balıkçının balık kokar şapkası
terzinin şapkası denizi özler
manastır beğenisi taşır Max Jacob’unki
Yahudi olduğu için tutuklanır
sahibiyle birlikte ölür bir kampta
külleri savrulur denize, göğe,
yok olduğunu sanır
rüzgâra göre konumlanan biri
ölmez kolay kolay, gül taşır sokaklara,
gül kokar otobüslerde sesi
gider kendini yeniler doğan güne karşı
siz onu bir kedinin başında görürsünüz
şakacıdır alaycıdır çapkındır
şemsiye taşır yaz günü






Shakespeare


uyudum uyandım yıldızlar parlıyor
elma ağacı ışıklar içinde
soluk alıp veriyor küçük koru
sokularak çingene geceye

yaz gecesi, sümbüller heceliyor
denizi, duyuyorum fısıltılarını,
pırıl pırıl bir ses bütün gece
bölüyor uykumu

ah, gece, kayaları döven deniz,
sümbüllerin fısıltıları, peş peşe
gelen aşk yıkımı uyutmuyor beni.
zalim bir sevgiliden nasıl korurum kendimi?

bulutsuz gece, işte bitiyor yaşadığım
yıkım benim, yeni bir güne
başlamalıyım Shakespeare’den
dizeler okuyarak yaz denizine






Ahmet Oktay


kara güller verdiler bize Ahmet Abi,
acılar çöktü içimize,
sildik adımızı, kapandı kapılar,
yine koşa koşa yetişti insanlar
sabah yedi otuz vapuruna

poyrazladı havalar kış geldi yine
tedirgin, ürkek varoluşun kımıldadı,
pencere önünde üst üste kitaplar,
uzansan birine sıkıntın dağılacaktı

ah, Ahmet Abi, işte burada atı
çatlatan dünyanın hızı, elimizin
uzandığı her şey paramparça,
kar yağıyor yine yoksulluk denizine

çöküyor oraya buraya hayalet,
başkalarının ağzında söz paramparça
konuşmak konuşmak istiyor
yıkımdan, katı karabasandan

ah, Ahmet Abi, gördüm dehşeti
başkalarının gözlerinde, geride kalırken
koca bir yüzyıl acı çekti
külüm bile, sordum kendi kendime
‘yıkım sürüyor, kurtuluş ne zaman?’





Nietzsche


sevinç dolu sürahiden vazgeçilmez,
kuşların pencereye konmasından,
asmanın pencereye tırmanışından,
kanatları yansa da sevdadan

senin de kanatların yandı Nietzsche
onulmaz mağrur düşünceden
verileni terk ede ede kanattın
büyülü bir gül bıraktın sevdiklerine

akıl sahipleri çevirdi dünyayı cehenneme,
ah, Nietzsche, nereye gittiği belli değil
gökyüzünün, binicisini terk etmiş
bir at gibi kişnemekte kötülük

gök çürüdü, acı çekmeye başladım,
gökyüzünün köşelerini gösterdiğinde
kül oldum Nietzsche..

büyülü bir fener bıraktın sevdiklerine






Karacaoğlan


bu yıl da konakladım Toroslar’da
bol ışık, bol yağmur, gelincik ve buğday,
söyle sazım sarı saçları yüzüne dökülen
o kızı, çam ormanlarını, kuşları

ben de bu dünyaya geldim geleli
bir kız sevdim büyüyüp giden
bu yılda köyde eğlendim kaldım
tanıdı hançeri köpekler bile
hızla geçen yüreğimi

ben de bu dünyaya geldim geleli
kıstırılmış kentlerden kaçırdım onu
bir teker izinde yürüyüp gittik
bir gölde yeşil başlı ördek olduk

söyle sazım şimşeğin hızını ışığını
öyle bir sevdaydı yüzyılı geçen
bir geyik kara kara bakan
gürül gürül zülüfleri bir orman






Ülkü Tamer


hançerin gümüş saplı mıydı?

gagasından öptüğün kuş serçe miydi?

kasketini güneşe yıkmış adam Antep’li miydi?

at yarışlarından dönen çocukluğun muydu?

içine  girdin bütün soruların ey doğabilimci!
kırağısı oldun güzel günlerin
Lorca’nın atlısı Chaplin’in sineması
başında bir Akdeniz bulutu

savrularak gidiyorsun işte, oldun kasırganın
gözdesi. kırmızıyı andın horoz ibiklerinde,
kanatlanıp uçtun göğe,
suya basınca kaynağı kaynakçı

güneşe tuttun Türkçeyi
parlayıp gitti kuşların tünediği çalılığa

çocuksu bir güzellikten geldiğin doğru muydu?
elinde bir atlıkarınca bileti







Jose’ Marti


hep bir atlı gibi düşledim
atını doludizgin süren
Küba’nın ovalarında
yeleleri rüzgârlı atını

yel gibi geçen bir atlı
Küba’nın doruklarından
çevik atak kırılgan
atını dörtnala süren

kara bir gülü özgürlük
gülüne çeviren bir atlı
yalın içten erinç dolu
diz boyu otlar içinden
atını özgürlüğe süren

geyiklerle gezen bir atlı
gibi düşledim onu hep
el vermiş olmalı Che’ye
Küba’nın düzlüklerinden






Henri Michaux


uzun güzel bir Acem şalı aldım
omzunu örtmek için çarılçamur akan ırmağın
Henri olsa o da öyle yapardı
tutar üşümesin diye
bir resmin üstünü örterdi

dedim Henri, topal ve kör dünya
bir yanı var kuşlara bakar
onarır kanadı kırık olanı
tam işte bunun için yaşar
insan evladı

dedim bir düzyazıdır bozuk düzen uçan kuş
yaz göğünde, Henri olsa
sıradağlarda uçan kuşun resmini yapardı
budala bulutlara karşı çıkardı

Henri mi öldü bin dokuz yüz seksen dörtte
soğuk bir kış günü, yaz mıydı yoksa,
yaşlandım, eksildim, boyaları fırçaları
duruyor mudur hâlâ






Gülten Akın


kırılgan, ince sesler ki umutsuzluğu bir olanağa
çevirirdi. bir gül sesi olarak dönüp gelirdi.
pencere önünde saksı saksı çiçekler,
masasında buruşturulmuş kâğıtlar,
kuş sesleri, dere fısıltıları eksilmedi

yazı tüketti denemez. yazlar gelip geçerdi,
o yazardı incelikleri

bakın ne diyeceğim? yaz çocukların sesidir.
sahi nerdeler? çok uzun bir kış geçirdik.
kışa izin verdik. çocuklar nerdeler?
-Erdal çocuk, incecik, darağacındadır.

yaz neyi sakladı? acıları mı yoksa?
üzümler kesildi, dolu seleler güneşte,
eksilmedi kıyılar, deniz, yıldızlar,
bir deniz kabuğuna doldu yıllar






e.e.cummings


kesilen kavakların bendeki ürpertisi,
yavaş yavaş ölen bir ağacın sızısı,
ah cummings, kolayca örseler beni
ah cummings, nerede insanın inceliği

hoyrat çağ

bilirim, bu yüzden bozbulanık akar
nehir, demir köprünün altından
ah, cummings, eskiden gözüpek
yüzücüler köprüden atlardı, kuşlar
sürüler halinde uçardı buğdaylar üstünden

dutlar damlamaya başladığında
bahçeli evlerin şenliğini gördüm
güvercinlerin barak havasıyla uçtuğunu,
faytonlarınsa bol yağmurlu günlerde,
parke taşlı yollarda koştuğunu

tarihin sayfalarında ‘çocukluk’ diye geçer
diz yaraları, ah diz yaraları








Ahmed Arif


olancası bir salgın – bir Kürt hançeri. dağları dolanıp
düze inen bir berrak bir su. bir uçurum çiçeği.
acısını saklayan bir ağaç. ayazda üşümektedir

bir dağlının ağız dolusu isyanı, Türkçe, Kürtçe
ve Zazaca. bir yalçınlık, bir öfke, bir incelik.
tepeden tırnağa kaskatı kesilen sevda

parlayıveren gece sefası. yavaş yavaş uç veren
umut, gelecek düşü. taşın içinden geçen bileytaşı,
kar altında ve uyanık

kıyılardan gecekondulardan tütünden
pamuktan gelen işçi. darda, pusuda ve üşümektedir.
zulasında saklamaz öfkesini, açığa vurur
yirmi dört saat taşkın sevgisini

onunla kımıldar nazlı yaprak, nazlı bakış,
yıldız, ay, güneş. onunla inler gökyüzünün
yayı. onunla hatırlanır elma kokusu, Picasso’nun
resmi, Çaykovski’nin müziği ve Spartakus







Hilmi Yavuz


hüzün hep doğuya mı döner?

dağların neresindedir gökyakut kuş?

terlikler çevrilmiş midir taziye gününe?

geyikler inmiş midir dağlardan?


ince sorularla geldim düzlüklerden
sırtımda hüznün hırkası, omzumda
solmayan güneş, arı, berrak, elâ
bir bakış bırakarak ardımda

yaz, incinmiş derin bir yara
yaz, kalbimi kanatan incesaz
nasıl bırakırım nazlı çiçeği
akşamdır belasına kaldığım

sözüm hep doğuya mı düşer?

simurg hangi dağın ardındadır?

doğu yalnızca doğu mudur usta?







Gennadi Aygi


rüzgârın geçtiğini gördüm
baktım yapraklarla konuşuyordu

ben oradan geçerken gördüm
denizin köpük köpük olduğunu
bir balıkçı kıyıya çekiyordu
yavaş yavaş teknesini

bir kaplumbağa başını uzatmış
bakıyordu olup bitene

ufak tefek bir adamdı
görmedi rüzgârın geçtiğini
handiyse hiçliği dolduruyordu
teknenin bir parçası olan gövdesi

ah, çetin sadeliği açık denizin
köpüklerin üstünde kuşlar
ben oradan geçerken gördüm
yayını geriyordu gökyüzü

oturdum, Gennadi Aygi’den şiirler
okudum bugün. uzaklaşan rüzgârı
gördüm. kuşları, ufak tefek adamı.
rüzgâr olmasa da duyardım rüzgârı






Ömer Hayyam


taşın içinden geçen sestir Hayyam
yüzyıllar öncesinden bugüne gelen
bu şaşırtıcı, bu onurlu ses
düğüm atıyor şarabın bilgeliğine

bağ çubuklarının sesidir Hayyam
üzümlerin olgunluğundan geçen
gecenin sesi, yıldızların matematiği
sorguluyor evrende yanlış gideni

güneş dolu bir kadeh, ısınan
bir çömlek, eşiği aşan düş,
rüzgâra tutulmuş yaprak,
soruyor onun şiirinde, ‘nereye gidiyoruz?’






Pierre Reverdy


bir eşik daha geçsem uzanacağım hançere
hançer değiştirecek cesaretsizliğimi
biz hançeri geçen kış gömmedik mi Pierre
bu yaz yeşermiş olmalı sapı
yer altı suları geçmiş olmalı yanından
kartal ile serçe gölgesi
elma ağacının kökleri bulmuştur
gümüş sapını

ah Pierre, yazı bulduk da ne oldu?
açgözlü kış, gök gürültüsü, şimşek,
derken kuşlar öldü kaldırımlarda –
hançeri gömdük bahçeye
taşıyor diye kötü bir tutku
kardeşten kardeşe

ah Pierre, yaz hışımla geçiyor işte,
bir eşik daha atlasam deniz
değecek yeşeren hançere






Velimir Hlebnikov


ışıkla parlayan karanfil demetleri,
sümbüller getirdiler Don kıyısından
arabalar dolusu, öyle ki taptaze
bir güneş daracık sokakları doldurdu

kırıldı oh çok şükür tacirlerin kirli
ışığı, sokaklar özgür, kamaşıyor gözüm
bakmaktan dostların çılgın birliğine,
düze çıkar bütün yollar artık

ormanlar, doludizgin atlılar, Volga
özgür artık, alaşağı edildi diş gıcırdatan
kof adamlar. ey Rusya, ey küstah
rüzgâr, ey sokak meydan gece.
acının yaşını bilmeyenlerin sonu geldi artık

bizi bekliyor Hlebnikov uğultulu
sokağın ucunda, şairlerin güle uzanan
eli birlik yaratıyor, kavuşmanın
bilimi elimizde artık







Klara Zetkin


bahar sokuluyor sokaktaki ağaçlara
etekleri tutuşuyor Klara’nın
gölgeler çiçekler kuş sesleri
dolduruyor Klara’nın oturduğu sokağı

ah, çınıltılı sesi Rosa Luxemburg’un
çiğnenmiş çiçekleri kurtuluşa çağırıyor
çantasında uğultulu bildiriler
sokak sokak bağırıyor

ah Rosa, yaşanan acıları örten
camgöbeği bir hava var, kavuşmalar
ayrılmalar yaralıyor kalbini -
kaygılarımız aynı

her yanda boy boy çiçekler var
Ossip’in hareli gözlerini andıran
şarkılar söylüyoruz hep birlikte
sümbüller mevsiminde





Metin Eloğlu


bu kadar uzak mıydı deniz
kuşları görünce anladım yaklaştığımızı
deniz kabuklarından uğultular dinlediğim
rüzgârı kovaladığım çocukluğuma

biz denize gittik, annemle ben
bu kadar uzak mıydı deniz
döndük işte elimizde lüferler
başımızda öyle bir gök ki mavi

senin de çocukluğun oldu muydu
denizde geçen
canının kâğıt helvası çektiği
bisiklete bindiğin gökyüzünün
maviliğini akşam akşam yitirdiği

ah çocuk kalmak, mavi çinisi olmak
gökyüzünün
upuzun bir balık tutup paylaşmak
bir köpekle uzun uzun bakışmak
bir geyikle dolaşmak





Ece Ayhan


Galata’nın oralarda genç tüccar. geçer istiflenmiş
evlerin önünden bir çalımla. kapı eşiklerinde kediler
birbirine ve göğe bakmaktadır. mutsuzluğun
kıyısında bir kadın geçer. durur konuşur tüccardan
genç. sesi ut sesi, daracık sokaklara yayılan. yüzü
hüzünlü, kıyıya vuran balık gibi çırpınmaktadır
ağzından dökülen sözler, çivitli. çiçekçi kızı bıçaklamışlar
dört paçal adam götürmek istemişler. ne diye bıçaklarlar
bir kadını cumhuriyette? sorar tüccardan genç kibirli
bir biçimde.

ey Galata ahalisi, düşünmeden yaşayanlar ey!
isterseniz çaput bağlayın yatırlara, isterseniz
ölü taklidi yapın! gücünüze gitmiyor mu dört
çapaçul adamın bir genç kıza saldırması?
birazdan uzun bacaklarıyla bir ay çıkar, dolanır
Galata’nın ara sokaklarını. portakallar yuvarlanır
yokuş aşağı. Ece Ayhan geçer ağzı balmumu.
çıkarır verir cebinden bir elma kırmızı.






Wallace Stevens


ırmağın kıpır kıpır akışı duruyor,
kış, suyun ışığı donmuş,
erken açan çiçekler yamaçlardan
güneşi süzüyor ırmağa bakarak

bir kuş kırağının yürüdüğü
otların üstünden uçuyor
gecikmiş ikindi kuşu istiyor
ışığa gömmeyi patika yolda

sessizliği bölüyor birkaç parçaya
ısınan ağaç, çözülen su

acılarına yürüyor kırağı, ayağı serçe
ayağı, nasıl denir, kusursuz işleyişi
doğanın seslerle bölünüyor
çalılıktan birdenbire havalanan kuşlarla

uçsam doğaya karışsam, yaz geliyor
bağ çubuklarına, güle, karanfile,
parlak bir kırağı olsam yapayalnız
bir kuşun kanadında, ah kırılgan
doğa yabanıl, düşüncesiz, sade

yaz geliyor
birkaç parça gölge ırmağın orda
suyun çözülüşüne bakıyor
günle gittiğim tenha yolda





Mevlânâ


gülü gülle değiştirdik de bir zamanlar
tartmadık ince terazide Mevlânâ
şimdi gül de almıyoruz
kirleniyoruz günden güne
unutarak bir ırmaktan doğduğumuzu

gül kuruttuk da defterler arasında
geçti sandık gülün mevsimi
kestik ayaklarımızı gül bahçelerinden
âlem güldü bu halimize Mevlânâ

özgürlüğü kulluğa yeğ tuttuk
gül için, kapansın diye gül yaraları
uçar gider olduk, toza bulandık
toz direklerinin içinde Mevlânâ

biz hepimiz Hrant Metin Behçet Deniz,
gül zamanlarıydı, kirpiklerimiz önde gittik de
gül yangınına Mevlânâ
her yıl yağan kar olduk






William Carlos Williams


ağaçlar, iğne yaprakları
fırtınayla yuvarlanıyor
sonrası bardaktan boşanırcasına
yağmur
duyuyorum şimdi
ince ince yağıyor
kiremit damlara
bulvara ağaçlara,
ıvır zıvır nesnelere, tıp tıp,
berrak, duru damlalar
yaprak uçlarından
damlıyor

şemsiyeler
açılıyor gökyüzüne
cadde, sokak
duyuyorum
camın ardından
masada küllük, boşalan çay fincanı
bulmacası çözülmüş gazete
ayaklarımın dibinde çayevinin
tekir kedisi





Walt Whitman


kocaman bir ateş yakıyor Walt Whitman
yağmurun bile söndüremediği. rüzgârın
alıp götürdüğü Amerika toprağına
suyun bilgisini topluyor

alkış tutan kuşlar Manhattan’da
daracık sokaklara iniyor
zenci çocuğun uzaktan baktığı
çocuklar su birikintisiyle oynuyor

bulutun kardeşi Walt Whitman
toprağı üzmeyen yağmurların –
Manhattan’lı, dünkü çocuk,
şimdi büyülü bir dille
büyük insanlığın türküsünü söylüyor

hey koca Whitman, heyecanlandırıyor
beni sana şiir yazmak -
bin teşekkür saygın dizelerine
çiçeğe ota ağaca toprağa yağan








Mahmud Derviş


uykudan uyanışını gördün Beyrut’un
pırıl pırıl gecesini, yağmurunu Kahire’nin
çıplak güzelliğini akarken Nil’in
gördün Edward’ın hasret gidişini Kudüs’e
gördün gülün tartıya gelmediğini Paris’te
gördün evi olmayanın yola koyulduğunu
gördün gözyaşının kılıçtan keskin olduğunu
gördün hüznün dirence dönüştüğünü
Beyrut’la Kahire arasında
kışlar yazlar ırmaklar arasında
sürgünlük kederi kaybolan yüzünde
çocukluk gölgeleri ağaçların dibinde
bir gidip bir gelirken annenin sert yüzü
babanın kırık hüznü
yaşıttır yersiz yurtsuzluğun tarihiyle

bir yokluğa mı dokundu ki çocukluğun
rüzgâr yeleli atları sevdin
kuş gölgelerinin düştüğü ağaçları
sessizce koya giren denizi
uykudan uyanışını gördün kirpiklerin
şarap rengi bir sabah
sürgünlüğün yokluğa değen bir yaprak









Robert Desnos


hiç çıkmıyor aklımdan Terezin, tifüs,
kara duvarlar, tel örgüler, Çekoslovakya,
sel yatağı izleri, gözyaşı, ters dönmüş gökyüzü,
nesnelerin uyku hali, kırık çeşmeler,
Nazi pazubentleri

geciktim Paris’in havasına, pırıl pırıl
caddelerine, incelikle işleyen saatlerine.
yavaş yavaş geçtim geçtiğin sokaklardan
Saınt-Martın sokağını aradım
Zazaki bir türkü kulağımda

baktım camlarda çerçevelerde zilzurna
bir güneş, izi kalmamış zor yılların,
bir çalpara havası ki sorma
portakallar yuvarlanıyor kaldırımlarda

bugün güneşli Paris’in sokakları,
çiçekçi kız portakal suyu içiyor
Saınt-Martın sokağını soruyorum
hızla geçen kırlangıçları gösteriyor






Ciğerxwin


gülü neyle tartar gül taciri?

kır yoksulları özler mi denizi?

kuşların görülmüş müdür ufku değiştirdiği?

belki yanlış sorular bunlar Ciğerxwin
daracık sokakları, taş evleri dolanan
bir rüzgârın sormaması gereken
deniz görmemiş çocuklar sorabilir

burada bir dut ağacı var gece
gündüz uğultulu, oralarda kış
çetin geçiyordur ve tacirler
gülü güle tartıyordur

ah Mardin!
bir şimşek izi kalır yalnız
taş evlerinde gürül gürül çocuklar
okula gitmeye hazırlanıyordur

başak işliyordur buğdayı
kuş cıvıldıyordur Ciğerxwin







Martin Heidegger


buradayım, ruhum dinleniyor
rüzgârın koynunda, tepeler deve
hörgücü biçiminde, aşağıda
denizin üzerinde şafağın alevleri
zamanın varoluşunu işaretliyor

buradayım, deniz kıyısındaki evde,
ya burada mı ruhum,
yola koyulmuş olamaz mı?
şafak söktüğünde denizden
kavaklarda iğne uçlu ışınlar
parlıyor

söz kendini üretiyor Martin
izini sürüyor şimşeğin.
yükselen sesler, nesnelerin
gürültüsü arasında, duyuluyor
derinden şiirin kendi başına
hakikatler ürettiği

buradayım, varlığımı çiziyorum
pencereye, avcumda açıyor
siyah bir lale





A.Kadir


erken çiçek açıyor badem ağaçları
bense bakakalıyorum öyle şaşkın
çiçekle donanmış badem dallarına
öyle soylu ki tepeden tırnağa
sevinç yüklü

biliyorum, biliyor muyum gerçekten
sevinç dolu günlerinin hiç olmadığını
içeride tedirgin dışarıda sürgün
geçiyor zalim aylar

acı çeken insanlar var yine dünyada
tutunuyorlar köklerine
çocukları kuş cıvıltısı, afacan,
gözleri derin mayıs renginde

kıtlık kıran, karneyle alınan ekmek,
patatesler yuvarlanıyor sokaklarda,
yine kokuyor ya taze ekmek
yaşanırmış böyle de
çiçek açan bir ağacın umuduyla







Ludwig Wittgenstein


güz, ağaç kabukları, kuru yapraklar
dökülüyor bahçeye, kamaşıyor güz
güneşi kabukların üstünde
kendini seyrediyor

bahçeye bakan pencerenin ardında
Ludwig seviyor güzü, bakıyor
ağaçların soyunuşuna, zıp zıp
oradan oraya atlayan kedilere

ah Ludwig, duyuyor musun
serin havada kavakların ürperişini
bak, kuşlar da dal değiştiriyor
üşümüş olamazlar mı?

ah Ludwig, annense gelmedi
piyano dersinden, saçları topuz
güzel kadın, kirpikleri kuşlarla
gidiyor ince duyguların ardından







Cevat Çapan


işte kalabalıklaştık
hep yaz içinde kaldık bulutsuz
denizin köpüğü üstünde martı
kıyıda ölü balık gözleri
eğik eğik uçan kuşlar sonra
ama işte kalabalıklaştık Cevat Çapan
şiiriyle: “deniz ürperiyor uzakta”

atlardan uzaklaştık, tükettik balığı
ve kuşların öykülerini, derken
adları kaldı kör belleğimizde
günden güne ufalırken gözlerimizin ışığı

kötü bir kış geçirdik
sevdiklerimiz nerdeler?
çocukluk anılarımızı yağmura gömdük
atları yağmura bıraktık

çok derin kazarak mezarlarımızı
soluk soluğa geçti koca bir yüzyıl
sevdiklerimiz öldüğünde uzun
upuzun bir keder kirpiklerimizde








Ergin Günçe


gün ışığı boğulmuş eski bir çavlan
servilere düşerdi bir zaman
kuşlar bakımından bol avluda

boynunda asılı mızıkanın sesi
kalkıp gösterirdi uzayan parmaklarıyla
kuşların uçuşlarıyla kıpırdayan gölgeleri

rüzgârı kovalardı denize kadar
uzun yaz günleri, gök çadırı görünce
koşar, limon çiçeği kokardı saçları

ağacın görürdü kıyı kıyı gidişini
bulutun elmalar asılı ince boynunu,
denize koşan çocukları uzun uzun

ölüm uslanmadı öldüğünde, ay, ay, ay
küpe yerine kirazlar astı kulaklarına
başka ülkelere doğan güneşin





Attilâ İlhan


sen orada bol kirpikli bir sabaha
uyanıyorsun, güneşi güneş İstanbul’dasın
gökyüzü bulutsuz deniz dingin
deniz unutmaz hiçbir yazı

bense burada hanidir Akdeniz
gözlerim hasretten Narlıkuyu koyu

öyle dupduru gökyüzüyle sen orada kal
ben burada nasılsa karanlık Kerem
yağmur yağıyor ıslanıyorum sırılsıklam
hayal meyal görüyorum saklı koyu

ben burada kuşlarla yürüyorum yokluğa
rüzgârın varlığını sorguluyorum
sen orada çok uzaklığı yaşıyorsun
akşam inerken lacivert sulara

telefon et sık sık sesini duyayım
gece gündüz ayrılığa çalışıyorum








Cahit Külebi


kavakların altında duruyorsunuz
az ilerde saman yüklü araba
böyle iri iri baktığınız hiç olmamıştı
otlara, karşıdaki dağlara
biliyor musunuz tepelerde
kar suyu, odun yüklü katırlar
çiğdemlerin açtığı bayırlar
ovaya bakıyor

biz dağ köyleri halkı güçlüyüz
şimşeğin tırpanı kadar
yıldırımın gücü geçiyor
ağaç kabuğundan saklama kabına
geceleri kuzey yıldızına, çağlayanlara
oradan altında durduğunuz kavaklara
ince söğüt dallarına
hiçbir şey kaybolmuyor
siz durduğunuz yerden uçuyorsunuz
su kayalardan

rüzgâra karşı duruyorsunuz
güç alıyorsunuz rüzgârın parmaklarından







Vitezslav Nezval


şaşırtıcı değil mi Prag’da kulelerin
yakarışı gün çın çın öterken
otobüslerin kamburu göğü delerken
okulu asmış çocuklar sinema önünde
bulut rengi kızları gözleriyle tararken

Prag’lı bir sevgilim var benim
uyur ayın salıncağında
gök yaprak gözleri mavi
uzun kirpikleri tütün rengi
düşmez elinden Nezval’in şiirleri
kuşlar gibidir sevinci

baleye giden sarışın bir sevgilim var
benim, çiçek açan kış ortasında
yazsa gezer sandaletle Prag sokaklarını
çocuklar gibidir sevinci
her gittiği yere çilekler bırakır






Tristan Tzara


suyun ağır akan rüyasında
görüyorum şarap rengi denizi

çılgın çiçekler soğuk yüzümde
çocuklara panayır şenliği

eşyanın görünmeyen köşegenleri
midye kabuğundan daha sert
hep böyle seviyorum eşyayı
yersiz yurtsuzluğu benimle özdeş

biliyor musunuz ben suyun rüyasıyım
handiyse bir dada türküsü
belleğine erişmek için Tzara’nın
(gelmiyor elimden başka türlüsü)
doğulu bir eşkiyanın fotoğrafını
çapraz asıyorum badanacı duvara


bir kız seviyorum bacası yok ev






Lautreamont


ırmağın hırçınlığını aşıp karşı yakanın akasya
kokan toprağına çıktığında soluk soluğa kalır. ah,
gözüpek toprak bütün çiçeklerini nisanın kucağına
yığar. deneyimsiz, yılgın ve tutkundur gül bahçeleri.
girer içine ki oluklardan boşalan kentin kiri geride
kalıp kederle bakar. bir su çiçeği akasyalı yolda
selam verir. omuzu düşük güneş iç çeker otların
üstünde. bir kırağı ırmağın kıyısından döner,
düşüncelidir.

el değmemiş gül bahçeleri kuşlarını salar üstüne.
ondan önce gül sesi kuşların uçuşlarıyla yaralanır.
dikenler her zaman sadece diken değildir, gülü
korur, yele savurur hoyrat tırpanı.

ırmağı geçen adam isteklerle doludur. kuşların
dalı olmayı , doğayı bozanları külle savurmayı
ister. gül sesi, toprağın keseği tanığıdır, dünyanın
yemişi dünyada kalır. buharlaşan gölgeler, çitler,
çubuklar sessizliğe yürüyen ince uzun adama
bakar. görürler mi bilmem döne döne doğanın
rengini aldığını.









Hafız


ağaçların yapraklandığını görüyorum
kuşların döndüğünü balkona
yelin harmanı geçiyor süpürerek
bahçeyi, Hafız’ın bahçesi değil,
bakışları delen gülün ışığı yok çünkü
ama leylaklar tiril tiril
günün gölgeleri titriyor
ah kalbim! uyanıyor eski bir aşk,
berraklaşıyor nilüfer

parlayan sümbüllerin kederiyim
bu bahçede, soluğum bir damlacık,
gölgeler tutuşuyor ve ben zamanı
yontuyorum beyaz geceler için

her yolum aşka çıkıyor
umutsuzca kulaç attığım  deniz
uçsuz bucaksız aşk, acı veriyor
havada uçan taş, suda seken söz
göz yuvalarımı dolduruyor
varlığın bahçelerde







Lermontov


kaldır beni derin uykulardan,
güneşe döndür yüzümü sevgili,
bütün sesleri sustur, sen konuş,
incelikle bu ağrıyı dindir

bir su berraklığı dağıt
bir köprüden geçir
bir eşikte bunalt beni,
külümü denize savur

bütün acılar bende toplanmış
kendine kat ya da paylaştır yakınlarıma,
bir ışıkla durdur usul usul
otlar sür uyandır

kaldır beni ölüm uykularından
yaşamak isteğidir pırpır eden
şu yorgun ve yaşlı yüreğimde
kalır cıvıl cıvıl kuş gölgeleri de







W.H.Auden


ırmağın başkaldırışı taşıyordu kıyılardan
durmadan yağmur yağıyordu, soğuktu,
paltomun yakasını kaldırıyor eldivenler
giyiyordum, gök boşalıyordu
yağmur suyu olarak oluklardan kaldırımlara
dönmeli diyordum kendi kendime
gizlenen kuşlar ıslak kanatlarıyla
yağmurla yıkanan sokaklara

sokaklar değil miydi yaralar açan kalbimde
çılgın bir aşka tutulduğum zaman
göğsümde dinlenirken yağmurlar
ben değil miydim umutsuz aşka başkaldıran







Eugene Guillevic


bir taşın serüveni nedir ki
kocaman evrende küçük bir varoluş
yelle yuvarlanarak düşer denize
içinden geçen sesle birlikte

ısısı düşer hızla
boğulur içinden geçen ses de
dört yanı kocaman sudur
ağırlığınca dibe iner

yelin ağzı denize değer
taş denize iner

başlar yeni bir serüven
küçük olsa da ne denir ki
denizin derinliklerinde
taşın ayak sürüyüşlerine denk

bir yelle fırlatılmış olsa da
bağlıdır artık denize
uyanık tutar ışığını
sertleşir döner midye kabuğuna






Eleni Vakalo


teyzem çilek yetiştirirdi saksıda
balkona düşen kavağın gölgesinde
bahçeyi seyrederdi uzun uzun
annem gözlüğünün ardından bakardı
sevecenlikle, pek severdi kızkardeşini

annem ben teyzem bağ mevsimine
hazırlanırdık yaz gelince
gök selelerle dolardı
üzümler olgunlaştığında

bağda çubukların çıtırtısı,
ayın yükselişi, kuşların cıvıltısı
doldururdu bağ evini –
ışıyan bir sevgi olurdu aramızda

kara çalılar, orman, ay serinliği ve suydu
teyzemle aramızdaki sevgi bolluğu
kazlar olurdu kovaladığımız
yaz boyu kırlarda

teyzemle geçen günler dolunayın
olduğu gümüş günlerdi






Şu Ting


geldim, gidiyorum mavi bir akşam
kimse gelmedi, kapımı açmadı, soru
sormadı, ne zaman ayrılmıştım
taş evden, yosun tutmuş kuyu,
örümcek ağı tavan

geldim işte kül rengi bir sabah
kapıya adım attığımda yıldızlar söndü
anahtar döndü kapı açıldı
girdim çocukluğumdan içeri

kapıda atım yok trenle geldim
geçip koca bir bozkırı baba evine,
baktım odam toz içinde, kitaplar sararmış,
nesneler iki boyut kazanmış
dahası hayaldir kalan

geldim, gidiyorum mavi bir akşam,
ayak izlerimdir geride kalan








Pablo Picasso


acı çekiyor köşeli mavi balık –
kıstırılmış dört yol ağzında
Guernica

acı çekiyor şişe bardak keman,
bambu sandalyeler, parçalarına
ayrılmış gökyüzü, sokaktaki cesetler,
güvercin desenleri, yontular

acı çekiyor yirminci yüzyıl,
tüneller kamplar, trenler dolusu insan,
dağılan çiçek tozları, ağır akan
ırmak, düşleri ezilen insan

ah Pablo, nasıl da aşılıyor çitler
telörgüler buz tutmuş eller birleştiğinde
atlar dörtnala koşuyor ovalarda
yılgı yok rüzgârlı yelelerinde

gözünden başlayıp bir balık çiziyor
Pablo, salınarak yüzüşünü düşünüyorum
suda







Fuzûlî


parmaklarımdan akıyor ejderha başlı su
berrak yalın uysal su
hırçın şımarık dik başlı su
buğday tenli kuğu boyunlu su
dağları dolandığında menekşe kokan su
mermerlerden akıyor gözlerden sonra
kara elâ mavi gözlerden
yıldızlardan samanyolundan akıyor
köpük köpük ak topuklardan
köpek dişli su
okul önlerinde çiçeği burnunda su
parlak gözlü ince bilekli su
uzun kirpikli cam buğusu bakışlı su
kırlangıç uçuşlu su
buğday benizli su
uçuyor yazması başından
örümcek öpüşlü kız su
durup durup akıyor bazen giysilerden
ince damarlı kocaman kalçalı su
hoyrat haylaz cin
çağırıyor beni ilk gençliğime
balık ağızlı kuş ötüşlü su






Nikola Vaptsarov


yağmur yağıyor
denizi gören çamlara
tepelerde rüzgâr esiyor
hafif hafif
heybemde yeşil soğan
peynir
domates var
cebimde
Nikola Vaptsarov’un
şiirleri
çıkarıp okuyorum
sanki sesi
rüzgârın sesi
kar öncesi gibi

ıslanan otlar üstünden
kuşlar uçuyor
karışıyor Vaptrasov’un sesine
kuş sesleri
‘gidelim’ diyor Naz
‘kardır arkası yağmurun’






Edgar Allan Poe


biliyor musun Naz, bana gelen bir
kuzgunum yok uzakları çağıran
birkaç serçe cıvıldar durur penceremde
ruhum uçar gider sessizce odadan

kuşları yadsımak ne getirir bahçeye
uyandırırlar ağacı, menekşeyi, gülleri,
üzerlerinde ruhumun dolaştığı
çiçek tozlarıdır o hep kırılgan

biliyor musun sonsuzu getirir yaşam
sonu vardır ırmağın ağacın suyun
toprak devam eder filizlenmeye
tohum uyanır yeryüzüne bakar

bir kuzgunum yok benim uzakları çağıran
denizi, kayalarda parçalanan sesi
duyarım yalnızca benden ayrılmayan
ruhumun o derin gölgesinde








Nikolas Guillen


dokunuyorum ince narin kamışlara
ırmak kenarında, eskiden şekerkamışları
satılırdı, çocukluğumda, parmaklarım
yanardı alamasam

ırmakta kayık, kalbimin çarpışı gibi,
vurdukça dalga kıyıya inip çıkıyor
ruhum da öyle kamışların arasında
kovalıyor gövdesiz rüzgârı

kalbim yaban ördekleri için çarpıyor
sessizliği bozan eğri büğrü uçuşlarıyla
derdim tatlı su balığı tutmak
suya bırakmak tekrar sonra da

kamışlar ince uzun parmaklarıdır
akşamın, solan günün, doğan ayın,
uçuk gölgeleri ırmağın üzerinde
sekiyor birkaç adım ötemde








Antonio Machado


güneş bir portakal dilimi bulutun içinde
teknelerin oradan görüyorum
gözümü kamaştırıyor görkemi

alışkanlık yurtsuzluk acısıyla dolaşmak
denizi geçmek gelinciklerle buluşmak
bir başına Torosların eteklerinde

güneş rüzgârla oynuyor tepelerde
elimde solduğunu görüyorum gelinciğin
sönmesin istiyorum kırağının türküsü
dağlarda kara dutlar yetiştiğinde

benim yurdumdur el değmemiş dünya
ah kırlar, dereler, çiçek dolu patikalar,
yıldızlar da oluyor yanı başımda –
biliyorum bir ırmaktan doğduğumu






Antonın Artaud


bugün güneş hey şıkır şıkır
göğün ağzı az ileride balık pazarı
yanlış bir şey mi söyledim orada durunuz
balığı değil güneşi bölünüz
üşüyorum yaz günü, deniz ürperiyor
ölü balık gözlerinde, deniz
mavisini terk etmiş kocaman su –
atın beni koynuna, dolaşsın
içimde lüfer, mercan balığı
ışığı görsün deli gözlerim

yeğni mi yeğni içim dışım
hey kuş uçuşu yeğniliği, hey
inceliğini yitirmiş vakitler
kandan geçilmiyor cam kesiği
ne yapsam intihar mı etsem
baka baka ölü balık gözlerine

bugün güneşin düştüğü çiçekler
şıkır şıkır, çözülüyor dünya
çileklerin renginden, başım düşüyor
bir günebakan kalpağı gibi
uyku ile uyanıklık arasında








Paul Claudel


övsem yeridir denizin açık gözünü
kütüklere yazdık yüzlerce balığın adını

çünkü deniz doyuruyor yokluğu yoksulluğu
çünkü deniz kurtuluşa açılan kapı

sıska bir çocuğun uykusu deniz
yaşlı kadınlara sonsuzluk duygusu

köpüren şahlanan kişneyen at
haberciyi beklediğimiz uçsuz bucaksız atlas

kalkıp geldiğimiz rızkımız deniz
nisan balığı çiçeği burnunda deniz

serçe parmağımdan başlayan sızı
bedenime yayılan mercan ışığı deniz

geçtik geliyoruz büyük ay’ı samanyolunu
son umudumuz umudumuzun sonu deniz









Enver Gökçe


rüzgâr fısıldıyor güz kayıplarını
üzülme kuruyup dökülüşüne, pörsüyüşüne
yaşamın, yok olmaz hiçbir zaman
ne portakal kokusu ne saydamlığı
göğe boyun eğmez kuşların.

sokaklarda yapraklarla silme
dolu çöp bidonları, güzü karşılayan
hüzün gelip oturuyor huzurevinin
köşesine, az konuşuyor kısa
kesik sözlerle şiirini kuran
yaşlı şair

devrimin tozlu yolları güz artığı
yüzünde, sonra kuş yeniği yemiş sevinci
başka bir şey yok
zindan karalığı bile

uzun başaklar hışırdıyor sesinde






Immanuel Kant


sokağın kuşları müzik dolu bir gün diliyor

sokağın kadınları küçük hayatlarını süpürüyor

Immanuel geçiyor cılız gövdesiyle
çit serçelerinin müziği kulağında
omuzlarından kayan ceketi
dalgın düşüncelerini silkeliyor

bahçe duvarını dolanan kediler aklı karalı
Immanuel bakıyor mavi ve sarışınlık
bilmek istediği dünyanın renkleri
kim bilir belki Pireneler’e dek uzanıyor

yaşlı ağaca baka baka geçiyor
her zaman aynı saatlerde
önden gidiyor ölümün kalın gölgesi
kararlı ne yapacağını Immanuel’e

sokağın kuşları kendilerine bakıyor







Zahrad


İstanbul yarı gecede uykulu bir kedidir Zahrad
kapı önünde kıvrılıp uyumuştur
İstanbul maviye çalan denizdir gözleri badem
sapınca balığa Kumkapı’nın ordan
güzel bir ay fırlamıştır

İstanbul omuzları dik bir çocuktur Zahrad
azınlıktandır görür dipte kalanı
çiçeklerle gelir hastane odasına
yağmur olur yağar sonra
sapınca Pangaltı’dan çocukluğuna

gözleri çipil bir balıktır İstanbul
gözlük arar okumak için gençliğini
kayıtlıdır ağaçlara kuşlara denize
her sabah tazelenir uyanınca
toplar sözcükleri hadi yeni bir şiire






Chagall


buradayım ırmak kıyısında, bakmayın
üzgünlüğüme, derimin altından akıyor
denize kavuşan alçakgönüllü dereler

yaşlı yüzyılın iyimser bir ağacıyım
kuş kanadı değmiş yapraklarıma
çılgın halkın şenliğine katıldım diyedir
sesime yerleşen kuş sesleri de

beni bir rengin içine kattılar
fırtınalar devrimler şenlik ateşleri
İbranice bir türküdür içten
St.Petersburg’da geçtiğim içinden

direniyor Paris işgale, ağacı, horozu
atlarıyla, gördüm rüzgârı bile…






Salvatore Quasimodo


hayvanları güdüyor bulut dağın
eteklerinde, akşam toplanacak hepsi
ağılın önünde, rüzgâr yine otlarla
oyalanacak gün batarken, bir
yağmur bir şimşek yırtarken göğü
buluşmaları sürecek ağacın ağaçla
kuşun kuşla, el edecek bir başka ele
bahçelerden sevgililer, gözler
denize gidenleri gözleyecek
gölgeler kovalayacak
sümbüllerin sesini, çalılar üstünden
fırlarken çalıkuşu Salvatore çıkıp
ağılın önüne övecektir
doğanın gizemini

yaklaşıyor çatal sesi bulutları
kovalayan rüzgârın, akşam bir atmaca
gibi iniyor dağ bahçelerine
çileklerin sesi seralardan yükselirken,
gece, Salvatore sözcükleri kanatıyor







Modigliani


aynı şemsiyenin altındaydık Modigliani
yağmur yağıyordu uzun yürüyüşlerimize
yağmur usul usul uzun boyunlu
bir çocuk sesiydi kırık ince

bir banka oturup akşama kadar
Verlaine okuyorduk yağmurda saatlerce 
büyük siyah eski bir şemsiyenin altında
yağmurun sesi yorgun yüreğinden
dağılıyordu Lüksemburg bahçelerine

“ah Anna” diyordu, “unutuş umar değil
Livorno’yu, bu deniz kıyısı kenti
ve birlikte yürüdüğümüz yağmuru
korku yokken yüreğimizde ölümden”

yontusu portresi nasıl bir hüzündür?
ince uzun boyunlu bir kuğu
kedere boğan, Toskana bölgesinden
getirilmiş derin, sönük bir ışıltı






Paul Verlaine


gökyüzünün çoraklığı niye Verlaine,
nicedir yağmur yağmıyor

adımlarımız bir şiirin sesinde buluşuyor
menekşe kokan çay bahçesinde,
yaz, ayaklarımın dibinde huysuz bir kedi,
haylazlığı çocukluğuna benziyor

nasıl oluyor da yüreğin hâlâ kıpır kıpır,
ruhun çalkantılı, yorgun,
gölgelere siniyor varoluşun

kırık bir yontu, yaslı bir nal,
belleğime çakılı çivi, sesini boşluğa
bırakan bir kuştur Verlaine







Paul Cezanne


göz ucuyla Cezanne’ın resmine dokununca
kırların taze havasını yaşadım
paçasına tutunup soluklandım
Saint-Viktore dağının

baktım kedilerin kapılarında uyukladığı
evleri rüzgâr uçurmuş oraya buraya
mandalinalar yuvarlanmış çocukların
önü sıra, dağa doğru saparak sokaklardan

baktım Cezanne’ın parmakları kanamış
rengin okkalı ağrısından,
kuşun fırçaya konmayan duruşundan

baktım gördüğümden başka bir şey
Cezanne’ın resmi
kendimi boşluğa bıraktı





Vivaldi


ah
Vivaldi çok çiçekli balkonların sessizliğidir
keman kutusunda çiçek yetiştirir

ağzı çiçekli bir kuştur
geçer bir uçtan bir uca gökyüzünü

(bırak kendini güz öğlesinde
gömül dört mevsimin içine)

ah
Vivaldi, saf kalmanın sonsuz ölçüsüdür,
o yalın sesler ki çocukların kar sevincidir

yumduğumda gözlerimi yarı geceleri
aradığım denizdir Vivaldi

Akdeniz’in en Mayıs yerinde
yetimhane kızlarının sesidir Vivaldi

bir düğündür, bayram kutlamalarıdır
deniz kızları ve panayırdır
dört mevsim süren Vivaldi








Edip Cansever


bir yalnızlığı oyuyoruz seninle
koca bir eylülü elimizle itiyoruz
çürük yaprak kokusunu giyinmiş
geliyor ekim göl kıyılarına

ince boyunlu bir gülü konuşuyoruz seninle
nerede kaldıysa gelmeyen yolu,
çiğnenmiş otu, yaşlanıyoruz, onu,
kırık bir hüzün içinde

fısıldayarak konuşuyoruz eylülden
otel odasından baka baka göle
göl içimize damlıyor ,
kalbimiz ellerimiz gözlerimiz
öyle incelikler ki işte gölün içinde

ince ince oyuyoruz yalnızlığı seninle
bir uçurum oluncaya dek
iki ağacız şimdi dibinde
bir parlayıp bir sönen







Che


çocuklara ağız mızıkası verin
çocuklara Che’yi anlatın devrimin bir
düğün olduğunu. kuşların hafif eğik
uçtuğunu bilsinler. çocuklara sokak
sokak yağdığını söyleyin yağmurun
Che öldürüldüğünde, çok filmli
bir sinemaya gittiğimizi şehirde.

horoz sesleri, köpek havlamaları, gök
gürültüsü bizimle giderken yağmura
yüzümüzü kapattığımızı söyleyin
kayaların ormanların çiftlik evlerinin
otların gölgesine düşen gözlerini
anlatın Che’nin. kuş teleklerinin,
çırpınan kanatların, dağ göllerinin,
ırmakların çağırdığı günlerde
sabrın dizginsizliği taşlara geçer

çocuklara ağız mızıkası verin
çalsınlar yeniden doğuşu Doğu
illerinde







Jean Paul Sartre


yaz geldi, her yerde pazar yeri dağınıklığı
gülün sesi menekşeye dokunuyor
ağaçlar kuşları konuşuyor

yaz geldi, Cezayir’li çocukları getirdiler
savaşı bilmeyen, esmer, kırık kirpikli,
babaları öldürülmüş sessizliklerdir
kirli bir duvarın öğle saatlerinde

yaz geldi, çocuklar gökyüzü dolusu çiçeklerdir
yağmuru bekleyen, ah Jean Paul, usulca
geziniyor ellerin çocukların saçlarında

çocuklar ah kuş döndü sabahlardır
bütün Cezayir bunu bilir







Sohrap Sepehri


atların nalları ot ışığına gömüldüğünde
sanki kocaman ova mahmurluğunu yitirmiş
gibidir

nice güneşler doğar nicesi batar günbatımının
maviliğinde

ağaçlar güneşe yürür kıyı boyunca
deniz dünyadır rengini gözlerinden alan

varlığı hiçliğe sayılmaz ağacın işler
gece gündüz denize karşı

atların yürüyüşünden öğrenirim taşın
ısındığı dünyayı

çiçeğin aydınlığıdır su bulut ağaç
bir testiye dolar








Rosa Luxemburg


ayazda kalmış bir kuş, çırpınan
bir rüzgâr tanığıdır öldürülüşünün
işte toplandık bir ölüm yıldönümünde daha
köylüler işçiler çocuklar kuşlar
anmak için derin hayallerini

biz geçtik Rosa koca bir yüzyılı
savura savura, aynalar derindi,
aynalara baktık nerde yanıldık diye
ihaneti göğe fırlattık
pırıl pırıl avlulara çıktık sonra

ah Rosa, kocaman bir çocuktur işçi
sınıfı, yürüyen dik duran yenilen,
Berlin yenildiğinde gördük sevenlerinin
birdenbire kirpiklerinin indiğini







Sevgi Soysal


bir kuğuydu Sevgi abla
Sürmeli otelinde
benzemezdi tavus kuşu tüylü kadınlara
hüzne sürgündü bu kentte

göğün boşaldığı yağmurlarda
otel odasında Brecht çevirirdi
gözlerni kısar düşünürdü
elma sesli özgürlüğü

dondurmacıdan köşeyi sapınca
leylak kokusu Adana’dır
Sevgi abla bu kentte fitili yanan lambadır
kederi bile hâlâ aydınlatır




Jacques Prevert


ırmağın vaktiydim
taşın inci çiçeği, suyun nilüferi
çıplak ayakla dolaştım evreni
rüzgâr oldum serinlik verdim
yıldızlarla konuştum her akşam
geçtim istiridye kabuğunun içinden
perişan bir kılıkla, unutamam

denizin vaktiydim balığın keyfi
bütün sesleri tarttım bütün sözcükleri
deniz en öndeydi sevda çıplaktı
öyle derin öyle güneşliydi
ışıklı bir kız saçıydı, unutamam

kör çağın vaktiydim
götürüldüm ay ışığında ellerim kelepçeli
yola baktım, göğe yazdım
ormanın soluğunu, kuşun kanadını
birçok çocuk gibi, unutamam







Marselin Pleynet

                            “Doğa içeridedir”. Cezanne

gecenin en dingin saatlerinde
sözün mürekkebi kâğıda değdiğinde
kâğıdı savunuyorsun ağacı değil
ağaç içinde

dalları yaprakları gürül gürül sesi
denize doğru uzayıp giden kökleri
biçimleniyor belleğinde yavaş yavaş
soluyan gölgesi

sözün büyüsü ölü dalgaların içinde
dövüyor kayaları sabaha kadar
kıyı susmuş dinliyor geceyi bölen
ölü sesleri

gecenin boşluğu loş ışıkta
kâğıda değen kalemin sesi
kâğıdı savunacak elbet ağacı değil
ağaç içinde






Denis Roche


bu dil sana ceza düzleştirdiğin sürece
geceyi, sus, bir yontu sessizliği olsun,
gecenin gizini dinle
bir gece lâmbası gibi

günden güne yarığın büyüdüğü dünya
omuzlarını çökertmekten başka
bir işe yaramadı, kaz, derin kaz
içindeki boşluğu

bu dil sana belâ, hafifçe ısırılmış
elmanın sesi daha yıkıcı
bağ kütüklerinin çıtırtısı
ruhunun bağsız dili belki

bu dil oldukça şeffaf. kopart
dilin palamarını, giden sözcükler
gitsin, kalan gerisiyle kaz,
derin kaz ruhunun mağaralarını







Albert Camus


sabah havlayan ufuk sokağın ucunda
gürültü koparıyor birkaç köpekle
sahil, baka baka yabancılaştığın deniz
kulak kabartıyor yırtılan ufka

usulca balkon kapısını açıyorsun, uykusuz
bir ağaç, kopan fırtınanın geceden yığdığı
yapraklar karşılıyor, elin cebinde,
güneşin zarafeti yok ruhunda

balkon tıkabasa yapraklarla dolu,
saçma olduğunu düşünüyorsun
yaşamın da öyle, boğuyor havlayan ufuk
bu Cezayir balkonunda ruhunu

usul usul bir bulut geçiyor
fırtınanın silik izleri var üzerinde
yaşamın da öyle karmaşık, bungun
bir yağmur bulutu gibi









Bedreddin


şöyle denir ya hep gecenin ayazında
‘ben de bu dünyaya geldim geleli’
bir yere götürüyor yol beni
belki doruğa belki en dibe

görenler kadar körüm dünyayı,
mühürlenmiş ağzım çatlayıp kurumuş,
sise boğulmuş göle yakın yerde –
‘şeyhim Bedreddin’e ekleyin bedenimi’

‘ben de bu dünyaya geldim geleli’
ağaç ağaç değil, kuş kuş değil
katmayı başardım gövdeme hepsini
belleğime giden uzun ince yolda

‘ben de bu dünyaya geldim geleli’
kanıyor gecenin ayazı, acı çekiyor
yıldızlar, yol beni götürüyor
belki doruğa belki en dibe








Pir Sultan Abdal
Pir Sultan Abdal
Pir Sultan Abdal


dedim ki ‘uzundu usuldu dedemin boyu’
direndi zalime dilin alevleriyle,
taşları havalandıran rüzgâr
değmedi yaz boyunca gövdesine

dedim ki dedemin ipek sesi
tanelendi darağacında
taştı dolandı bütün ülkeyi
annelerin ağzında köpüre
köpüre büyüdü

dedem gitti de büyük boy bir denize
boşalttı gül diye dünya yükünü
ağzında çiçek düğümü sözcükler
gitti taşlanarak lâcivert bir ölüme

dedim ki dingin sulara çiçeklere
‘uzundu usuldu dedemin boyu’
gitti de darağacına ak gömleğiyle
sular ürperdi ay soğudu

dedim ki ablaların kuğu boynu
ağıtlardan böyle eğri







Yunus Emre


akasya kokan istasyonlarda rastladım ona
çayır çimen sesiydi Türkçesi
güneş geçerdi içinden
kıpır kıpır bir parıltıydı

umursamayıp geçti çoğu ırmağı
uzun ince berrak akan bir ırmaktı sesi
atlarının üstünde uyuklayanlar
görmediler ne ırmağı ne Yunus çeşmesini

her şey öyle tazeydi ki türkülerde
içimdeki isteği uyandırdı yağan kar
tozar mıydı incecikten
Yusuf’un atıldığı kuyunun çevresine

düdenlerden getirdim sessizce
ilk adımda yağmur kokan Türkçeyi
gittim de bir geyiğin peşi sıra
rastladım gömleği yaz çiçeği Yunus’a









Jacques Dupin


devenin taşıdığı yük tuz
gidiyor büklüm büklüm göle doğru
göl ki içimdedir, öyle olmasa
mahur yürüyüşünü çalıp devenin
varamazdım göle

büyük şarkısı sürüyor içimde
çocukların hayvanların, azar azar
büyüyen ormanın, göle bakarken
çınarların gölgesinde

bir adım da beygirler için atıyor
benimle birlikte yürüyen çınarlar
gölgeler durur mu yalınayak geliyor
kayboluyorum içlerinde

devenin mahur yürüyüşünün önünden
yaban ördekleri kaçıyor,
durup içindeki rüzgârı dinliyor
göl kenarında kurbağa







Ezra Pound


sonra duraksıyor konuşurken
öyle yalın sözler dökülüyor ki ağzından
bir ırmağı geçiyorum balıklı
bir ormana giriyorum geyikli

susunca sazlıklar, tutuklu çadırları
konuşuyor. rüzgâr, ağustos böceği
ve ay ışığı. savaş ağustosta sona
eriyor. sonra yağmurlar yağmurlar

çadırın direğinde ay aşığı, el yazması
bir ay düşüyor Kantolar’ına.
akşam, tele konan çayır kuşu
ayaktakımından

ot yüklü akşamdan söz ediyoruz
bir ırmağı boydan boya geçmekten
“ölümün yalnızlığı çöktü üstüme”
diyor, yatağının ucunda tefeci bir ay ışığı








Arif Damar

                   Yenilgi yılları iyi bir
                   okuldur. – Vladimir Lenin


geldiler, nazlı uykuları böldüler
bir mezar sessizliği bıraktılar.
görür gibiyim gölgelerinin ağırlığını
ay ışığının bile silemediği

uzun sürdü aramaları, kırarak
açtılar çekmeceleri, can sıkıcı
bir eşya gibiydi susmaları,
görmediler ne pencereden giren kiraz dalını
ne zulamdaki cesareti

geldiler, kitapları kâğıtları götürdüler
söğütleri kuşları ırmakları
yazılı kâğıtlardaydı hepsi
kırlangıçların uçuşu, elleri ceplerinde
bir çocuğun göğü seyredişi

geldiler, giderken bir sapakta
durduğumu söylediler







Yılmaz Güney


sarı sıcak sonrası yaz yağmuru Adana’dır.
yazlık sinemalardan dönen çocukların gözleri
Adana’dır. bakar bakarlar da görmezler
zamanı öldürdüklerini

çıkınca Yılmaz Güney’den konuşuyoruz
kolsuz bacaksız faytonlardan,
yoksulluğu okuduğumuz beygir kemiklerinden,
ıslık çalarak geçen gençliğimizden

çıkınca Yılmaz Güney’den konuşuyoruz
iki kardeş, geçmiş zaman bir atın ölümünden,
ölüsünün boş bir araziye bırakılışından –
Cabbar’ın yüzündeki kedere düğümleniyoruz

yolcusuz bir faytonun sızısı
sarıyor bedenimizi sinemadan çıkınca
alıp başımızı gidiyoruz sulanmış asfalt boyunca,
bekliyor bizi avluda atsız bir fayton kara







Ahmet Haşim


düşünmez hiç kimse hiçbir zaman
‘göllerde bu dem bir kamış’* olmayı
gün doğarken ya da batarken
dirseklerine dayanarak uyuyan çocuklar
geçerken düşlerinde denizi
kapı eşiklerinde

güller kokusunu savura savura
gelir sokağımıza her akşam
yazın tutuştuğu andır nereye baksam
kırlangıçlar fiyakayla uçar  arkamdan

böyle nereye gider yaz
bir genç kızın eteklerinde

akşam ki çocuklarla gelir her zaman
akşam, ah akşam
yalnız çocuklarda bir parıltı olsam

*Ahmet Haşim








Ceyhun Atuf Kansu


beni mi sordunuz? Ceyhun Atuf Kansu
gibi boy boylarım, soy soylarım,
atalarımın kemikleri gül açılır eski mezarlarda
süre giden Anadolu toprağında

bizi dirilten iksir otta çiçekte,
gölgeler, atlar, hançerler göçen
toprağın üstünde, yağmurunu 
boşaltmış bulutlar şimşekler mavi

ah, nerede Sümer, üzüm buğusu Frigya?
şurada dolu dolu heybede
birleştirir bizi, zalime boyun eğmez
Anadolu, kulak kesilir kuşların sesine
çalıbülbülü, çakıl taşı

sonra Yunus Türkçesi, Pir Sultan öfkesi,
Mimar Sinan görkemi

sevecektir çocuklar güneşli şiirini








Yaşar Kemal


yaz, ucunu düğümlediğin mendilin
kiraz dolu, kapı eşiğine oturup yiyoruz
kenar mahallede akşamüzeri
kadınlar kapı önlerini suluyor
akşam serinliği olsun diye

akşam pamuktan dönenlerin yalın
gölgeleri düşüyor kır evlerine
evlerdir büyüten çocukları
daha yakın kılan annelerine

ben de büyüdüm daracık bir sokakta
geceleri Yaşar Kemal okuyarak
gündüzleri tavuklar kazlar arasında
ırmak üzerindeki kuşlara bakarak

ustamdır Yaşar Kemal ondan öğrendim
bir toz direği nasıl fır fır döner
otlar geceyi neden dinler
kış gelip de yağmurlar başlayınca






Hasan Hüseyin


övüncek ağustosböceğinin sesi
bahçenin bütün ağaçlarını dolaşıyor
incirin ağır gölgesinde, hamakta
dinliyorsun türküsünü

Hasan Hüseyin
nar ağacından tüten iksir

yaz bahçesi yüklü kadın gibi yüklü,
birkaç menekşe, bir küme karanfil
uyandırıyor meyveleri ölü yıldızlardan
katı yabanlıktan

Hasan Hüseyin
saçaklardan damlayan su

çitin üstünden sekiyor bir keklik
fark ediyorsun bu güzelliği
oyalar işliyor kendi kendine doğa
dokunuyorsun her çakıl taşına

Hasan Hüseyin
ağrılar içinde rüzgâr








Gottfried Benn


‘bir küçük tütüncü dükkânı’ ister ya
Ezra Pound, benim de bir isteğim
var, küçücük bir kitabevi, yalnızca
şiir kitapları bulunduran, masası, rafları
şiir dergileriyle dolu, mürekkep ve
kâğıt kokan

Chopin çalmalı pikapta, bahaneler
bulmalıyım neden prelüdler çaldığıma,
derler mi o zaman şiir ve müzik
götürdü bizi sonsuzluğa

Benn’in Chopin şiiri, ah, bir hüzün
lambası gecenin içinde
kısık ışığı şakaklarıma vuran –
çözülüveriyor her okuyuşta dizbağım

benim küçücük şiir kitabevi isteğim
samanlığı düşen iğne
göle düşen damla






Baba Tahir Uryan


bir yokluğa erdiğini söylediler

terekesinde varlık ve yokluk aynı
hizada çıktı dediler, gölgeler
soğuttu testideki suyu, rüzgâr
zeytin tanelerini sürükledi önüne

bir yokluğu yaşadı dediler

baktı ve gördü dünyanın
ıssızlığını, ağaçların denize varan
köklerini, o yüzden ağacın içinden
geçen sancılı bir rüzgârdı

gövdesinin ötesini gördük dediler
havuzun içinde, gecenin güzül mavisinde

zemherinin içinde zemheri vardır
dediler, gecenin içinde başka bir gece.
Baba Tahir Uryan bir rüzgârın sırtında
gitti dediler yokluk denizine







Kemal Özer


gökyüzü kadar bir attır
ya da kentlerden kaçırılmış geyiktir
annemin gözleri, ölü gözleri
akşamları çözülen sularda

annemin gözleri kocaman denizdir
içinde rengarenk balıkların yüzdüğü
parmaklarında ekmek kokusu vardır
toprak mı sular mı dokununca uyanır

geri dönmedi elma bahçesinden
annemin gözleri, gözleri annemin
sileyazdı bir salyangoz izini
düştüğü yerde yaba elleri

uyudum uyandım annemin gözleri
sanki bir toz direğinin içindeydi
getirip yatırdılar elma bahçesinden
açıktı gözleri, gözleri annemin








Tanburi Cemil Bey


dediler Tanburi Cemil Bey çekilmiş ıssızlığa
çalışıyor Hicazkâr Peşrev’e
bahçe ağaçlar rüzgâr
dinliyor yaylı tamburu birlikte

öyle pırıl pırıl bir müzik bütün bir
öğleden sonrayı dolduruyor
dediler eklenince bendir sesi
yaz bahçesi gül açıyor

ötede bahçenin öbür ucunda
bir kuş küçük koruya uçuyor
yollarda rüzgâr tozlaşan çiçeklere
tamburun büyülü sesini taşıyor

bir sümbül başını uzatıyor içeri,
bir örümcek bahçe evinin alt
katlarını dolaşıyor, ama müzik
dediler diri tutuyor insan ruhunu







Sabri Altınel


rüzgârı kovalamak
yeryüzünde işte budur işim gücüm
bağlayabilirsem bir yere sevineceğim
çabam iyiliğinedir rüzgârın
o ne yapıyor? sünnetli bir çocuğun
eteklerini kaldırıyor, bir martıyla
denize iniyor, var oluyor böylece

                                          yağmur
getiriyor elimde tuttuğum çiçekle
rüzgâr, toprak kokuyor yalın
türküsü yağmurun, güzül sevinci
gökgürültüleriyle geliyor denize

rüzgârı kovalamaktan vazgeçiyorum,
cinlerin işi bu yaptığın diyor
deniz kenarındaki yaşlı kadın
belli ki bağlılığı yalnızca toprağa

biliyorum toprağın kızkardeşiydi
nereye gittiği bilinmeyen kadın
yitirse bile yaşama sevincini
süregiden bakışları denizin üstünde







Francıs Ponge


         ‘bir de ölümü kovalayabilsem’. böyle düşünüyorum
iki sedir arası çuha çiçekleri sessizler. ey ölüm, gelen
terkisinde bir atın, ey suların sesli ve çoğul akışı denize,
yalnız denize kavuşmak için çakıl taşları içinden geçip de
gelen. ey kıvrım kıvrım madde, ey taşıl! Toroslar’dan
getirdiğim orman, sedir ağaçlarının varlığı dalga dalga
yayılan. [Karacaoğlan geçti miydi bu yerlerden elinde
portakal çiçeğiyle?]
        
         bir salyangoz izindeyim, varlığımın izini buluyorum
onda ve başka şeylerde, bir deniz kabuğunda, rüzgârın
ölümünde. ey özgür nesne, sürahi bardak ve su, sesin
devinimi sürüp giden bedenimde.

         Toroslar’da iri karıncalar ne götürüyor yuvalarına?
nesnelere bakınca devinimi görüyorum. ah ölüm, bir de
seni kovalayabilsem bir çiçekçiye giderim.







W.S.Merwin


gördüler köylüler ovaya basan sisi
ağaçların sis içinde salınışını
kuşların kent kapısında kayboluşunu
kalenin dibine sepet sepet kiraz
getiren kadınların göğe yükselişini,
öğrenci kızların duvara yaslanıp
sigara içtiklerini, gördüler güneşin
dudağının kanadığını siste
bu durumun yaralar açtığını çocuklarda,
anneleri yeniden hamile bıraktığını,
söylediğimde kimse inanmaz, siste
Rodrigo dinlediğimi yağmurun
parmaklarından, suyun ışıltısından,
daha neler diyenleri duyar gibiyim Merwin,
orada sessizliğin de sesi olurken
gözlerinin karası, kirpiklerinin sisi
köylülerin göreceğini düşünmeden
ölü atalarımla vedalaşır sana gelirim
sevgili, ey sevgili
daha yakınım şimdi sana
daha yakınım bilgeliğine
daha yakınım gövdenin Afrika’sına







Dylan Thomas


yükseklerden uçan telli turna mıydı,
bulutların ağılı, rüzgârın kanatları
var mıydı? tren istasyonları
gurbet kokar mıydı?

o zamanlar Ceyhan istasyonu
akasya kokardı, trenler gidip gelirdi
maviliklere, biz üç arkadaş
uzun uzun bakardık uzaklara

ah, iğne yapraklı çamlı yol,
çinko damlar tanığıdır günlerce
yağan yağmurların

bahçe çitleri, dut ağaçları, küpte
şalgam tanığıdır çocukluğumun
kırağı toplardık karşı yakadan,
top oynardık itiş kakış

senin de çocukluğun oldu muydu
Dylan Thomas rüzgârı durduran









Wolfgang Borchert


Hamburg’da limana yakın bir yağmur
türküsünü söyler liman işçilerinin
kuşlar iner yağmur sonrası
kasketli bir sarhoş sevinir buna

Hamburg derin çığlıdır vapurların
yağmurun camlardaki sesi.
parkları yaklaştırır birbirine
güz solgunu iki sevgiliyi

geçer bir hışımla kuşlar
daracık sokaklardan
ıslanır incecik bir kız
kuşlar için için sevinir buna

ah Hamburg, bir görüntüdür yalnızca
silinip gider camlardan
fenerleri, göz kırpan yıldızları kalır
liman işçilerinin aklında








Feqiyê Teyran


Van-Bahçesaray arasında yoldayım
iki sıra kavak birkaç kara at

dolanıp gelmiş bütün Mezopotamya’yı
halsiz düşen ruhun Feqiyê Teyran

bir kız gül vermiş taş yapının önünde
kuşlar toplanmış dört bir yanına
aşk ile söylemişsin gül zamanı
kuş konmayan dalın türküsünü

ah güzel insan gönlübol bilge
senden sonra da sürmüş talan
yumuşacık toprakta türkü söylemiş
gül ile reyhan

ben kuşlardan öğrendim varlığını,
yürüdüm geldim yokluğun kapısına
bir yağmur damlası olana dek
Van-Bahçesaray arasında







John Ashbery


güz titriyor ırmağın kıyısında
deli gibi yağan yağmur otları eziyor

çocuksun daha yol alıyorsun
hamamı geçip sebze haline doğru

elinde senden büyük siyah bir şemsiye
göğü dengeler gibisin
sulara bata çıka yürürken çizmelerinle
gamzelerinin mutluluğu okunuyor
göğü puslandıran sularda

rüzgâr da var sıkı tut şemsiyeyi çocuk
daha gidilecek yol var, yaşanacak
hayat, geçilecek deniz
budala güneş görünecek bir gün
koluna girince sevgilin
kanatlanacaktır sevincin







Mario Luzi


ışığı geçen kuş masumdur Luzi
konuşsa da bir başka kuşla
gölgelerin koyuluğunu, ovanın düzlüğünü,
toprakçıl insanın toprağa dönüşünü

sen de varsın biliyorum, ışığı bölen
varlığın var, toza bulanan yüzün,
sıkıntılı dingin üzgün
bir konuşsan rüzgâr susar

sesin nasıl da toprakçıl
ta denize kadar ulaşır kuşlarla,
taşlar, incir ağaçları [topu topu
birkaç ağaç], ne kadar çorak dünya

ne kadar gizemli bakışlardan geçen
yapraksız ağaçlar, kül güneş Luzi,
gölgemiz, dağınık parmaklarımız
kof nesnelerin derin uzantısı






Andrea Zanzotto


köy meydanında kör kuyu
kuşlar dönüyor çevresinde

duvar diplerinde ölü sessizlik
sürerken çekip gidiyor yaz ikindisi

süklüm büklüm yaşlı bir köpek
boşaltılmış bir evin kapısında

çatık kaşlı jandarmalar geçiyor
kuşlar can havliyle uçuyor

birkaç yanık ağaç
yıkılmış cemevine bakıyor

görüyorsun hayatımızı Andrea
titriyor savaşın fitili hâlâ

topraklarımızda meyveler çürüyor
dallarında, çalıkuşları korkuyla uçuyor 








Sait Faik Abasıyanık


yeniden denize döndün balığa yeniden
dünya dar geliyor sana çocuk
gördün ya bir kuşun gözünden
övülesi denizin mucizelerini
ondan pırıl pırıl sevincin

güneşin yükselişini görünce denizden
teknenin üstünde bir kuş
uzun uzun ötüyor ya
sesinin izi kalıyor gökyüzünde

parmak uçlarında çingene bir gül
yalınayak bir yağmur sessizliğinde
döndün ya denize çocuk
kuşlar dikiyor gözlerini üstüne

hay sen çok yaşayasın çocuk
kasketini yıkıp da uyuklayan güneşi
uyandırdın, hışt hışt dedin bir
çingene kıza, patlattın tokadı
şımarık rüzgâra

hay sen çok yaşayasın çocuk







Cesare Pavese


ağaçların, üzüm bağının çıtırtıları
gecenin sessizliğini bölüyor

soluğunu duyuyorum çubukların
seslerini durmadan öten cırcırböceklerinin
kent oldukça uzakta çardağa
görüyorum soluk kirli ışıklarını

deniz içimde dalgalı, bir türlü
durulmayan ruhuma benziyor
hüzün mavisi hayatım
olmayacak hayallerle dopdolu

yorgunun hastayım bitkinim
beni intihar ediyor Cesare Pavese
beni intihar ediyor İlhami Çiçek
gecenin derin sessizliğinde







Ruben Dario


deniz kıyısındaki gür yapraklı ağaç
baktı geçti sessizliği
birkaç adım ötedeydim
denizi kıyıda bırakıp
giden esintide

atlar geçti göğü yırtarak
deniz kıyısından
gördüm üzgün gölgelerini
güneşle soluk alan

çiçeğe yürüyen kaplumbağa
baktım çiçeğin farkında değildi
dokundum kalın kabuklarına
bir ırmak aktı parmaklarımdan

yavaş yavaş yaklaştım denize
sessizlik denizin kardeşiydi






Edward Said


rüzgârdan sorulur ormanın duruşu
karıncalardan ekmek kırıntıları
ey yaşam! akan kan ne zaman durulur,
kime soralım kurşun yanığı dereleri?

buğdayı bölüşür, aynı yıldızların altında
yatardık damda yaz geceleri,
tavuklarımız karışırdı birbirine
kilitsiz kapı önlerinde

ey yaşam! kime soralım acıyı, akan kanı,
ey çılgın ve sağır tacirler
yeryüzü efendileri, kim silecek
çocukların yüzündeki korkuyu?







Orhan Kemal


beni daracık sokaklara, itiş kakış
yerleştirilmiş evlerin önüne bıraktılar
yüreğim teyelli sokak çocuklarına
kenar mahallelerden fırlayan

ben belki Orhan Kemal’in romanlarından
fırlamış, yağmurda kalmış bir çocuğum
sokaktan geldiğimde
babam Bossa’dan dönmüş olur
elleri ceplerinde saçları dağınık

bizim buralarda yoksuldur insanlar
çıplak bir yağmurdur yürekleri
pamuğa giderler üç kuruş için

beni yarım kalmış sevdaların eşiğine bıraktılar
kimse ölçemez gökyüzü kadardır yaşamım
kenar mahallede arkadaşlarım var
bıçkın, sevdalı, fırlamış gibiler
bir Orhan Kemal romanından







Homeros


ah, Homeros
ağır aksak bir dize bulsam da övsem seni

kim nerede ne zaman geçmiş denizi
ellerim balık, göğüm martı çığlığı
görmedim yüzümdeki güneşten
ne geçeni ne yelkenlinin direklerini

[ah Homeros, eskiden bizim sokakta
bir çift turna görmüş uçmuştum
patikalar üzerinden Toroslar’a]

kim nerede ne zaman geçmiş denizi
Homeros biliyor, yağmuru, yere düşen
damlayı, kırağıyı yüklenen göğü, balığı
insanoğlunun tükettiğini gördüm diyor







Eugenio Montale


yağmur toz kaldırıyor
toprak damlı evlerin üzerinde
incir ağaçlarının yaprakları
uzaktan parlıyor, ötede deniz
ilk yağmurunu alıyor bütün
yaz boyunca, sonra toprak
kokuyor, bu kokuyu seviyorsun
inerken denize doğru başın
dönüyor kokudan, belki de
yaşlılıktan

toz kaldıran yağmur diniyor
arkadaşlarınla geçtiğin yoldasın
çoğu öldü düşünüyorsun da
topraktan tüten toz zerre kemik
belki gelincik ya da buğday
konuşuyorlar yağmur sonrasını
tekdüze fısıltılarını duyuyorsun
güneş açarken mezarlığın üzerinde
parlıyor mezar taşları

deniz kenarında rüzgâr çıkıyor
alıp götürüyor son yazı ve şapkanı







Cesar Vallejo


gül zamanıdır İspanya,
bir zamanlar, cumhuriyetçilerin yenilgi
sonrasında şahmeranın ağzındaydı gül,
tanığıdır rüzgâr gülü

gül yanığına gömüldü Lorca-
topuklarına diken battı Madrid’in
gördün kurşuna dizilişini duvar diplerinde
cumhuriyetçilerin

gülün sızdığı yazlar geçti
gül kanı kaldı İspanya sularında
çiçekler ortancalar kediler
derken elden ele dünya

ortancaları ben de gördüm
pencere önüne konan saksılarda-
hayat böyle akar ince ince
çocuklar büyür bisiklete biner,
yaz gelir yine Madrid'e






Fetva Tukan


Nablus’a yaz gelmiş, gül kokuyor
sokaklar, kuşlar özgür uçuyor,
gül alıp veriyor kadınlar birbirine
hüzün okunmuyor yüzlerinde

böyle görmek istiyorum Nablus’u
boğazlanmamış işgal altında sokakları
çarşılarından el ayak çekilmemiş
güneşi Arap güneşi olmuş
ve doğrulmuş dizleri üstünde

Fetva Tukan da böyle görmek isterdi Nablus’u,
örselenmiş yüreğini yaz yağmurunda
yıkamak, caddelere çıkmak çıkmak,
bağırmak bağırmak bağırmak
özgürüm artık diye

ah büyük hüznü Arap halkının
geri dönüyor şiirlerinde
Nablus’un gecelerinde yıldızlar
yazın türküsünü söylüyor yine






John Cornford


ah John, hangi vadide hangi siperde
yitirdin gövdeni? İspanya gökleri bilir,
ayaklanan ağaçlar, sular, ovalar,
kuşlar, ovaya inen kurtlar

bilir onurunun beklediği zamanı,
dingin bir kayada rüzgâr mı çıktı?
örseledi mi gencecik kalbini toprak
sorayım uzun uzun bırak

ah John, sevincin kanatlı oğlu,
kulak kesildin İspanya’nın acı
çeken ağacına, bağ bozan hoyrat
elleri gördün, koştun yardımına






Mimar Sinan


dedim ki onlara Mimar Sinan deha
bir çocuk, taşı dinliyor rüzgârı savıyor
oturmuş Selimiye’nin bir taşına
rüzgâr adları sayıyor

dedim ki bütün bir Osmanlı mülkünü
dolaşmış Sinan, yıldızlara bakmış,
köprüler sarnıçlar manastırlar görmüş –
alnı akıtmalı bir atı sayıklıyor

onlar dedi ki tılsımlı bir yol onunki,
sakalları uzamış portakal iriliğinde,
zemini yokluyor lodosu sorguluyor,
parmaklarının hüneri yedi güzel serap

dedim ki onlara Sinan öldüğünde
yoktu kimseye borcu, sessizliğin
sesiydi bütün mülkü, yalnızlık
urbasıydı giydiği de








Boris Pasternak


deniz tüketiyor soluğunu, karşısında
koca orman, rüzgâr ve kuşlar
gündoğusuna hazırlanıyor, otlar
yaz fısıltıları yayıyor ovaya
çadırımızı kurarken açık göğe
geçiyoruz uçsuz bucaksız enginliğe
sonraki eşik ölümsüzlük
ölsek bile devam ediyor taşın içinde
dört mevsim
kıyılara yayılan kuş sesleri
çınıltılar
sonra içimize sokulan patikalar
ince yağmur uzadıkça uzayan
gün boyun eğiyor gücümüze
çıplak ayakla geziyor içimizde yaz
gece, dut ağaçlarının tepesinde ay
sarmaşığa dolanıyor süklüm büklüm
ot yığınlarına düşen ışığını
bağ çubukları da paylaşıyor
alışılmış bir dinginlik bu
sesin sessizliğin ışığın çivilediği

öyledir ruhumuzun da uçukluğu
kim bilir belki bir turna uçuşu
yaz göğünde








Baudelaire


Paris’in kış gecelerine yağmur yağar
oluklar dolup boşalır
üşür hayaleti küçük kahvelerde
soluğunu duyarım kirli oluklardan

düşer bir omzuna kaldırım çiçeği
Paris’in soğuk gecelerinde, ah
esriktir derin denizler kadar
eğri büğrü ruhunda çiçek açan pasajlar

ölümü hep yanında taşır ya insan
görür o büyük boşluğu
soluk alıp verirken baş ucunda orman
enkaza döndürür yıllar onu

uçtadır hep uzlaşmaz ne yağmurla
ne kuşlarla, kalır pasajlarda izi,
perdelerde kanayan panjurlarda
renklerin kokuların çılgın gizi








Miguel Hernandez


ey çocukluğundan uyanan şair,
Ocana hapisanesinde seni
yaşatan soğanla ekmeği övsem
yeridir, düşlerine giren İspanya
kırlarını, şafak çiçeklerinin uyanışını,
elmacık kuşlarını kovalayışını

biliyorum sözcüklerini tutuklayamadılar
onlar pırıl pırıl kaldılar
kâğıtlar üzerinde, onurlu,
dimdik, kır havasında

ey İspanya’nın esmer ırmakları,
kırlardan doğan tarla kuşları kadar
özgürdü yiğit evladın Miguel
İspanya kana bulanmadan önce

ey Madrid’in sokaklarını dolduran kırlangıçlar
uçun yine, sözcükleri parlatan bir şairiniz
var zalimlerin elinde
haydi, havalanın onun yerine de
beşiğinde büyürken yavrusu







Can Yücel


şimşekten söz çekiyor Can Yücel,
lodosçudur şiiri. hiç bilinmeyene götürüyor
gölde sandalı. derdi değil bir kamış
olmak. ay ışığında demleniyor

işte ormanın yaprağı, suyun hızı,
bir şey eksik değil tastamam manzara
bir kibrit çaksa yanacak lamba -
sandalda esrik yıldızlar da

orman her gece göle iniyor
soyunup giriyor ay ışığında
göl ki daha bir göldür artık

olur ya bir daha alırlarsa içeri
göle doğaya kuşlara içiyor

bilekleri kelepçeli günlerine, kedilere
köpeklere, hoyrat bir elin kestiği taşlara,
kütükteki üzümlere içiyor
sormadan rüzgârın yönünü
gölün mucizelerini








Benjamin Peret


deniz köpüğü gülüşlü kız
oturdu parkın kanepesine, ayak dibinden
kuşlar uçtu menziline, kız güldü,
oradaydım kesildi dizimin dermanı
sanki geçmişim deniz derya
başımda gök mavisi bir şapka

deniz köpüğü gülüşlü kız
yürüdü salındı çimenler üzerinde
horoz ibiği kırmızısı güneş
bir bulutun ardına sıvıştı
oradaydım kendine yeterli bir
adam olarak gördüm
göğün işçiliği soldu

deniz köpüğü gülüşlü kız
geçip gitti önümden elinde sümbüller
uzun uzun baktım arkasından
yakındı kendime bir buluttan
kuşların çize çize lekelediği






Michel Deguy


gölgelerden kuş yapıyor rüzgâr
çınarın çevresinde kuşlar var
eşya yok birkaç kanepe dışında
kanepeler kuşlara bakıyor

çınarla ben kayayla rüzgâr
göz kamaştıran taşlar, balkıyan otlar
toprağı dinliyoruz yaslanıp kuş gölgelerine
öğle saatlerinde

güneş kılıç ışınlarını saçıyor
içimdeki göle, sıradağlara, çınara
yapraklanarak geçiyor zaman
gelincikle dolu patikadan

ışık gölgeye koşuyor çok yakınımda
çınarla ben dalıyoruz ışığın içine
kanepeler bunu konuşuyor
uçuk saatlerde

sandal gölü çekiyor çınarın altına
göl artık içimizde









Erzurumlu Emrah


çiçek sokmuş dişlerinin arasına
bir kız Erzurumlu Emrah’ı utandıran
ısırılmış bir elmanın sesi
“âşık ne gezersin köy ortasında?”

belli ki gül yarasıdır Türkçesi
dolanıp gelmiş bütün nehirleri
turna türküsü akasya kokusu
sinmiş yakasız ak gömleğine

o ki göçün ipek sesli rüzgârı
ayrılığın ince ince tüten dumanı
geldi geleli dünyaya
kendine simurg

damağından seken türkü
soluk soluğa kalan yeraltı suyu








Âşık Veysel


ne kadar yalnızsın ne kadar kalabalık
ey toprağa bağlı sarmaşık
insan ne kadar bağlıdır toprağa
kısacık bir tümce ömür oysa

yoruldu belli ki uzun ince yolda
ağır bir ahır kokusu karşıladı Veysel’i

kim gelebilir gece yarısı
bütün gün peşinde dolaşan Pars’tan başka

denizi göğü tahıl ambarlarını
kalabalık caddeleri kırlangıçları görmeden
dokundu duydu kokladı sadece
kuğuları kuşları gülü

dediler Veysel dokundu bir geyiğe
burkulmuş söz gitti değdi geyiğe

dediler bastonunun ucu gösteriyor denizi
dedim üç balık dört güvercin
çok sığ dünya







Hacı Bektaş Veli


çakıl taşlarıyla konuştum sularla yüzleştim
önde deniz arkada görkemli Toroslar
geçtim zambakların içinden

yaklaşıp dedi ki kuğu boyunlu dengbej
“dağlarda geyikleri öldürdüler”
“yoktu yanımızda Hacı Bektaş Veli”

yumuşacık adımlarla dans ederek geçtim
kulağımda  Bach’ın sol minör flüt
konçertosu,  gözümde canlandı balığa
binmiş Hacı Bektaş Veli, koltuğunda
arslanla geyik

arkada rüzgâra taç giydiren Toroslar
bağlar, üzümlükler, dünyanın buğusu,
var mıydı dünya, çok şükür vardı,
yoktu belki geyikle Anadolu’yu gezen
bir Veli







Ludingirra


senin için şiir bir deniz kıyısı
dağın uzantısı bir göl Ludingirra

şiir yolunu gözleyen zarif anne
akikten yüzüğü gümüşten tarağı

anacığına sevgin bir sarnıç serinliği
selamın gider turna kanadında

gül alıp verdiğin kızlar senin için
dediler o harlı bir güldü, soldu yaz öğlesi

adını bir şiir dergisine verdiler
benim ülkemde, dağıldın yeryüzüne







Aleksandr Blok


yağmurla ıslanan sokağın aylak kuşları
gürültüyle geçiyor. St Petersburg’da
koşuyor bir çocuk düşleri dolaşık,
yüzünde yağmur damlaları

olgunlaşan devrim sokaklara kendi
değerlerini taşıyor, dalgalar
dövüyor eski dünyanın kıyılarını,
yalpalayış yok ırmakların akışında

bizim de uçsuz bucaksız düşlerimiz
var Aleksandr, bir panayır yerine
döndüğünde köhne dünya, döneceğiz
elimizde elma çiçekleriyle, göreceğiz
bulutların ardından, tırpanın
indiği otların içinden taze güneşi

Ek:

koca bir yüzyıl geçti, yürüyoruz
Naz ile ben bir hastane koridorunda
kollarımda serum şişeleri, camdan
görüyorum, koşuyor bir çocuk denize








Giuseppe Ungaretti


bulvarı geçiyor monoklla bakan göz
ölü siren sesleri
akşamın alacasında
caddeyi boydan boya geçiyor monokl

bulvarın köşesindeki çiçekçi kız
siren seslerinden rahatsız
görüyor  monokllu adamı
buzul yüzü ölümü andırıyor

adam durup gökyüzüne bakıyor
bulutlar külrengi, ‘ne bungun
hava’ diyor içinden
‘çılgın bu çiçekçi de’

yüzlerce güvercin iniyor bulvara
kanat sesleri dolduruyor
sıralı ağaçların gölgelerini





Paul Eluard


gürültücün kim? sokağın şımarık kırlangıçları mı?
günün güneşi düşüyor kesilmiş bir dilim
şeftali gibi, kuşlar gölgelere karışıyor,
kaldırımlara taşan kafelerin etrafında
esenlik istiyor Paris, kuşlar fır dönüyor
anımsatırcasına özgürlüğü

biliyorum gözlerinin içindedir
umut, aşk parıltısı, yaşama gücü

sokağın kırpıntıları yokluk yıkım,
mutsuzluktan delik deşik duvarlar
geride kalıyor, Nisan kanatlanıyor,
bungun sokaklar kapılar yok artık

ilkyaza giriyoruz Paul,  oltandan
kaçıyor bir balık, rengarenk bu sabah
rüzgâr gökyüzü deniz,
fışkırıyor bağırmak arzusu içinden
bağırıyorsun geri dönen esenliğe







W.B.Yeats


yaşlı adamlar göl kenarında
neye bakarlar? kuğular kamışlar,
eğri büğrü uçan kuşlar var,
yoksa geçen bulutlara mı bakarlar?

kim bozacak doğanın dinginliğini?
hangi ihtiyar dağıtacak bu hüznü?
kuşlar kamışlar kuğular
uçuveren dalgınlıklar mı?

sakin sessizlikte yaşlı adamlar
delikanlı doğaya mı bakarlar?
yaza, diz boyu otlara, bayırlara mı,
yitip giden fırtınalı yıllara mı?

yaşlı kadınlar da var göl kenarında
rüzgârın sesini dinleyen,
umarsız parmaklarında çiçek açan yaz
güç veriyor incecik kollarına






Sait Maden


denizin uyandığını gördüm bir kıyıdan
toprakta nisan kokusu
denizin inceliklerine imrenen kuşlarla
konuştum akkavak hışırtısını

ağaç diplerinden yürüdüm denize doğru
balıkçılar çoktan açılmış enginlere
güneş sarkıtıyor oltasını içime
yol boyu rüzgâr hafif kendine

yenilendim uzun boşlukları geçince
kuşları sevdim denize yazdım ölümsüzlüğü
sarsıldım her ölüme

yolum uzun bakınca bir kıyıdan
tıkır tıkır işleyen ağacın serabıydım
ışığı gördüm suya dokundum
rüzgârın fırıldağıydım bu dünyada







Neşet Ertaş


kirpikleri bir ikindiye birikirdi
salılar çarşambalar perşembeler geçti
yaz bitti bakışları bozkır şimdi

taştan taşa sekerdi sesi
yırtılan bir bozlak, tozlu istasyonlarda
akasya hışırtısı, parklar -
sesi taşar giderdi akarsulara

artık denize bakmayacağız
taşın dilini otların türküsünü duymayacağız
öldü bozkıra kar yağdıran,
serçelendi döküldü avluya ikindi

şapkası kaşına indi, yaz bitti






Friedrich Hölderlin


ovanın üstünde çırpınan rüzgâr
yaz güllerinin kokusunu getirdi kıyıya
dolaşıyordum neşe yaratan kuşlara bakarak
hayata neşe katan hısımlarımdı onlar

ben de dünyaya öyle saf düşmüştüm
üstümde yakasız bir gömlek
içimde yalın saf bir yürek
dil denen kıyısız bir denize dalmıştım

ben de tasadaydım kısacık ömrümde
kanatlarım yandı Sivas ilinde
ruhumda kopan fırtınaları duydu
bütün kıyıları dolaşan balıkçı

oturuyordum ak kavakların altında
yoktu insandan başka kurtarıcı
evi, akraba yurdu, erdem dolu
incir ağaçlarını







Nelly Sachs


yıldızları toplayıp getirdim sana
mezarlarının yanına koy
dinlesinler sesini
denizin başucunda
kahredici akkor
defnedildi nasılsa

yıldızla tuz kâğıtla toz
zeytinle şarap getirdim
deniz kabukları sürekli masanın üstünde dursun-
gececil kal öyle sırrınla
sözcüklerin arasında bungun
gırtlağına dek gömülü hasretinle

çiçekle buz getirdim ayın parladığı bir gece
mercan balığı levrek
sıcak bir iklim Akdeniz’den
ince uzun deniz taşı
dupduru bir gök
bir başlangıç olsun
dehşet dolu yılları unutmak için






Tomas Tranströmer


otları ezen rüzgârın önüne durduk
geldiler tek tek tabutları getirenler
görmek istemiyorduk hiçbir tabut
kör bıçak açlık grevi
gün gün soldurdu güneşlerini
cezaevlerine beklenen tansık
gelmedi

ah Tomas, özgürlük ince bıçak
benim yurdumda
bir daha görülmedi
kapandı demir kapılar
dediler ki zulmün saati
işliyor kapanmayan bir yara gibi

umudumuz büyücü doğaya kaldı
uzun otlar, çiçeklenen kiraz ağaçları
mezarlığın ötesinde Tomas,
ölenleri toprağa verdik
rüzgâr serinliğini bıraktı yüzümüze

ağzımızda sözcükler kül
ölenleri konuştuk





Anton Çehov


korumamız gerekiyor kır evini
çalıkuşunun kulağımızda kalan sesini
geyikler inmiyor eskisi gibi göle –
terk edilmiş komşu köyler

gök ne güzeldir yaz günleri
ne çok şey öğretir yağmur
birdenbire yağan –
toplarız semaveri çay fincanlarını

annemin eteklerinde telaş
kuşlar çırpınır unutulmak için
yüzyıllardır vardır yağmur
yağar nice acılara

annem ki ne çok üzülür
yılkıya bırakılmış bir at görse
hüzünler ki gelir geçer
yağmurun şaşkın ışığı gibi






Kafka


parkın kanepesinde sarı yapraklar
uçuştu rüzgârla. istasyon parkı
solgun bir şarkıydı her zaman.
koparıp bir çiçeği yakasına iliştirdi

serçeleri görmeseydi aşkı düşünmezdi
onda bir Milena kaldı
bende aşkın suçsuzluğu
saflığın kışa girerken serüveni

aldı götürdü serçelerin sevincini
şaşırdım bu nasıl bir aşktı
rüzgâr vardı unutuverdim adını
onda bir Milena kaldı

hatırlıyorum Milena’yı, derin
gözlerini sevince döndüren güneşi,
onda bir Milena kaldı
bende kuğu boyunlu aşk sözcükleri







Sappho


yaz ayları unutmak içindi
omuzlarını kanatlarını gözlerini
o ki her zaman yanı başımızda
ak giysilerini yırtan biriydi

evlerden evlere geçen telaştı
bir sevinç patlaması etekleri
külün coğrafyasında kaldı
sargı tutmayan yaralarının izleri

unutmak içindi çiçeklerin adı
kül rengi bir gökyüzü altında
parlayan yüzü aşktandı -
kanatlarını dolduran yalın rüzgâr da

bize öyle gelirdi belki kim bilir
gözkapaklarını yumduğunda acı
bin gözle bakardı başka acıya

dünyaya bulanmış biriydi







Alberto Giacometti


nesnelerin de dili vardır konuşur
yaz öğlesi ikindi akşam
artık arama zamanın boyutunu
o içine dökülen ışık

nesnelerden yaptığın yontulardan
girmeli içeri, acemidir elleri
yağmurun rüzgârın dokununca
canlanıyor yeryüzü gökyüzü

bir madeni al işle damar damar
ışık koy gözüne ağız ver
konuşsun seninle ağrıyı acıyı -
artık arama insanlık için güzel günler

bizi sorma nesnelerin dilini öğreniyoruz
boyutunu rengini kokusunu
karıştırdığımız da oluyor birbirine
kuş sesi yaptığımız da

duruyor küçük yontuların
balıkların gözlerinde





Cervantes


oturdum yanına ağacın kuşun
kıyıdan kendine giden rüzgâr
karıştırdı okuduğum kitabın sayfalarını
kâğıt hışırtısı, dalgaların sesi
eskiden de böyleydi öyle tanıdık

kısa sürdü rüzgârın esintisi
Cervantes’e döndüm kıyıya yakın
ağacın altında kuşun yanında
bir çağı hissetmek içindi
yoksula inen keskin tırpan

kısa sürdü yapraklarla söyleşi
rüzgârsız bir ağaçtım döndüm
sokağa ağır ağır inen akşamüstüne
içimde yazı toplayan hasat zamanı
Cervantes’le aynı yolu yürüdüm





Azer Yaran


                   kuş kuşa yem götürür
                                      Bir türküden

güzel gümüş bir ay çıkmış
söğütlerin kavakların arasından
işliyor ovaya derelere usulca
iki yanı ağaçlı köy yolunda

tozlu yol bir tümseğe bakıyor,
bir çiçeğin gözüne toz konmuş,
menekşe fısıltıyla konuşuyor geceyle
“bu gelen kim ağaç denizine?”

duyuyorum sesini safran sarısı
bir kuşun sessizliği tartıyor,
tenleşiyor çiçeğe duran gece
boşluğa bırakılan sessizlik de

Azer’e gidiyorum yıldızlı bir gece
Yesenin’in giz dolu çevirmeni
alnı değen sürekli denize –
saklı bir koy şiiri de








Ataol Behramoğlu


kocaman bir ağacın yazıydım
tenha gezindim deniz kıyısında
ürperten bir rüzgâr, kavaklar
çocukluğumun yazları içindi

küçücük bir çocukken Kars’ta
kendimi geçtim, büyüyünce
bütün aşklar benim içindi
çadırımı hep hasretlere kurdum

unutuverdim göğün uzun ırmaklarını
zeytini, incir ağaçlarını, yuvarlanan portakalları,
sözcüklerdi içeride olan ağaçlar değil,
ben hâlâ kesilmiş ağaçların kabuğuydum

güzel geçti yaz, yaz sonu açlık grevleri
yeni bir dünya içindi
sabaha biriken kırağı
güneş vurunca uyanıverdi






Dede Efendi


denize bakardık
‘bakmalar denizinin’ eskidir zamanı
verilmiş bir dil, bir müzik
getirip boşaltırdı geçmişi

akşam eve dönerdik balıktan
daracık sokakta kapılardan sızan
sokağı dolduran dolunay
Dede Efendi’nin müziğiydi

yazı okurduk uçsuz bucaksız besteler içinden
ağacın içinden geçen rüzgâr,
asma kuşunun neşeli sesi
bunalmış ruhumuzu havalandırırdı

yazı okurduk sardunyalı pencerelerden
develerin tonlarca yükü keder
ne surlara ne sokağa uğramazdı
biz böyle kuş kadar yeğni yaşarken






Sabahattin Ali


sabah kırağısında bulduğum tazeliği
güne katıyoruz. işte varlık diyorum
nasıl kırılıyor ışığın kanadı,
nasıl yürüyor yem taşıyan karınca?

bir bozkır bozlağı bu tek ağaç
boşluğa düşen sarı yaprak
sonbaharı aydınlatan anlam –
kara kışa gömdük acılarımızı gidiyoruz

bir tırtıl toprağın telaşını görüyor
bir kuş gagasını toprağa vuruyor
yol uzun gidiyoruz yan yana
bilmeden celladım olduğunu

toprağın telaşı göğe geçiyor
gidiyoruz yan yana celladımla
aklımda yol gösteren bir geyik
yaşlanan acılarımı unutmak için






Oğuz Atay


köpekle bakışıyor dingin gün
iri gagalı kuşlardan belli
evde kimsenin olmadığı –
kapı önünde birkaç kedi

güneş damlamış bardağına
oturmuş kırmızı şarap içiyor
yanında kocaman bir köpek
gölgenin salıncağında

kuşlar fır dönüyor öğle vakti
kuşları düşünmüyor aklı masasında
‘tutunamayanlar’ın son tümcesinde
unutulan bir şeydir yabancılaşma

hep önde gittiğini biliyor rüzgâr
ya Oğuz Atay, o da öyle o sıra
bir ağustosböceği sık ağaçlardan
taş döşeli avluya çağırıyor








Bilge Karasu


gökle yıkanmış buğday
ya düşer toprağa yağmur yağar
ya uçar tarlada bir rüzgârla
bir keseği uyandırır uykudan

kimin bahçesinde olursa olsun
derindir sessizliği narla incirin
konuşur sadece kuşlarla
denizden, ölümsüzlüğünden denizin

su, zambağı büyütür geceleri
ay büyür kedisiz avluda
incir ağacının bilgeliği
geçer toprağa düşen buğdaya

yaprağın telaşından anlarım
rüzgârın geçtiğini yoldan
göz göze geliriz – gökyüzüne
bıraktığımız kuşlardır sevincim







Hegel


yola gittim uzun soluk soluğa
yeni yılın ilk saatlerinde
geniş yüksek bir ağacın altında
dinlenirken gök

bir denizin kıyısıydım, gelmedi beklediklerim,
çalmadı hiç cep telefonum
oturup Hegel okudum, ışığa tuttum
elimi, rüzgârı ağaca bağladım

yeni yılın ilk günü varlığını keşfettim
ışıkta kuşun, kamışta sazlığın,
gölgede güneşin, yol gittim,
kendime gittim bir yaprak hışırtısıyla

eve dönmek için bir neden yoktu
dile döndüm yorulan sözcüklerle
koltuğumun altında kalın bir Hegel kitabıyla
fırfırlı bir rüzgârın eşliğinde
yola gittim






Itri


tek sevincim pırıl pırıl bir su
geçip gidiyor müziğin içinden
bir geyik, birkaç kuş
gölgeler bırakarak yeryüzüne

yağmur yüklü ışıklı bir ağaç
kaçıp gidiyor küçük koruya
daha bir erinçli kuşlardan
koruya sığıması çok zor

gece çöküyor ovaya Itri’nin müziği
doluyor evrenin kuyusuna
pırıl pırıl bir su, yeryüzü erinci,
sekiyor taştan taşa

tek sevincim gece boyunca Itri
kulesine çekilen erinç
mumların yandığı orman müziği







Mozart


karnesi çiçekli sesi beyaz
bir çocuk o – uçan bir sümbül
şimşeklerden korkuyor su yolunda
Viyana  Prag arasında

serçe ayaklı bir sabah
gidip yüzünü yıkıyor durgun bir suda
yol boyu söğütler, ah söğütler
derin gölgeler arasında

su, çakıl taşlarını ovan su
gibi akıveriyor müziği çilek tarlalarına
Viyana Prag yolunda
söğütller akıyor söğütler akıyor

geldiği bahçe biraz bahçeliğini yapıyor
bir çocuk o bahçeye değil
yalnızlığına bakıyor, nasılsa bir yerden
dünyaya düşmüş biri olarak








Hallac-ı Mansur



sonra çiçek olur dünya, yazdır
yürür gider Mansur sokaklar boyunca
sığmaz kendine sakalları vardır

bir kuş, birkaç kuş konar omzuna
aşk cephesindedir ruhu dünya kadardır
kanar gider inancı yaz ortasında

külünün Dicle’ye savrulduğu söylenir
suretidir savrulan, kendi yaz göklerinden
çıkar gelir

küller ağaçlar ve kavak ağacı
zindandadır, konuşur düş kuran gözleriyle
Hallac olan taşın ağzı

güzeldir suyun gözü, kan yazan ele karşı
her çağda bir Hallac-ı Mansur vardır

yürür gider yaz göklerine
hırkası tenhadır








Haçaturyan


ağaçların arasından denize gidiyorum
kulağımda ‘Lermontov Süiti’
hey diyorum koca Haçaturyan
dinleyince müziğini deniz de ürperiyor

(ben ki hayata ayak sürümüş
umutla yürümüşüm, bir çift
sözün izi kalmış
gül ile diken arasında)

nesini söyleyeyim sürüp gidiyor
müziğin halkların havasında
eskimeyen gökyüzü altında

(ben ki yürümeyi öğrenmişim,
fitili kısılmış, gül tartan
terazisi kırılmış halklardan.
o yüzden ağır çekiyor sözüm)





Dmitri Shostakovich





korkacak bir şey yok

burada Şostakoviç dinliyoruz

denize bakıyoruz söğütlerin arasından

bir rüzgârı sürüklüyor Şostakoviç

Rusya’nın bozkırlarında

dizbağlarımız çözülüyor

yılkıya bırakılmış atlar gibi



yaşlılık belki ölüme yakınlığımız

deniz yalnızlığı birleştiriyor ellerimizi

Kürtçe bir ağıt dinlediğimizde

ağrıyor göğümüz, sulardaki

ürpertiyi duyuyoruz, sonra görüyoruz

kışı karşılayan kuşların yürüyüşünü



ah Şostakoviç, kutlu serinliği müziğin,

sert geçen kışa, yuvarlanan portakala

dinletiyoruz seni, konukluğumuz sürüyor

yeryüzünde, kim bilir ne zaman gideriz,

şiiri ne kadar uçurabilirsek

o kadar mutlu ölürüz



şimdi hadi çevirelim bir olanağa

hastaneleri eczaneleri






Nesimî




hiç dokunmadan geçiyorum nesneleri

ot kum maden hepsi izlerimi taşıyor

sonra havası suyu ağacı

havuzun saf olmayan kuğusu

derin etkisi ayak ucumdaki kedinin

bir başak selamı güneşin



geçip gidiyorum bir aklık içinde

yüzümde bir zambak utangaçlığı

bir Nesimî sabrı yaralarımda

bir gül tedirginliği bakışlarımda

dokunmadan geçiyorum dünyadan



dokunduğum her şey küle dönüyor

nesnelerin tılsımı sıcak

Nesimî’nin kanı sıcak

dolanıyor bütün Orta Doğu’yu

samanyolunun yumuşacık eliyle



sıcak bir iklim gibi kanı

akıyor uzun eski ırmaklara

uzun eski ırmaklardan geçiyorum

parmaklarımdan akıyor

Anadolu’nun lirik iksiri









Antonio Gramsci





çiçekleri nereye koyayım? Gramsci için

bunlar. içerde değil dışarıdadır yüreği. deniz

kıyısında bir buluta bağlamaktadır ağacı.

göz kapaklarını kapattığında

söylüyordur taşlara

her şeyin göründüğü gibi olmadığını





zamanın

ve tozun berisinde testiler doluyor

acı çekenlerin ruhlarına. yanmaktadır

alnı. çiçekleri nereye koyayım?

gölge bir yer olsun, solmasınlar.

aydınlıktır alnı. kuşların uçtuğu,

kâğıtların kaydığı bir masası bile olmadı.

soyluların icadı cezaevinde

dışarıdadır yüreği ve kabuk

bağlamaktadır göğe ağan söz’ü.



çiçekleri nereye koyayım?

dağılsın ölüm havası












Eleni  Karaindrou

incir ağacına biriken zaman
tarla kuşunun zamanı mıydı?
ah Eleni, müziğin bu bahçede
sarnıca, ağaçlara, yakın koruya
erinç verdi

ah Eleni, ahlarla örülmüş bir
şiirdi,  geç kaldım yetişemedim
evrenin sonsuz seslerine,  bir
göl durgunluğuna benzerdi

hüzün toplamı bakışın 
müziğin içinden geçerdi
 sis, iskele, anlık görüntü
hüzün verirdi gündöndü
kuşları, kediler, yarı karanlık

eşyanın yavaşlığı, saatin tik
takları, kuşların acele uçuşları
sonsuza akıyordu her görüntü
müziğinde biliyor musun?







Henri Lefebvre


yaz geldi, rüzgârın yıktığı bentleri
onarıyoruz Henri, kırlarda bayırlarda
direniştesiniz, burada yazın söylediği
türkü karışıyor otlara

kurtuluş hep birlikte, hep birlikte
olacaktır Henri, buna inanıyoruz
yaza bitişik bir kuşun çalılıklardan
havalandığını görüyoruz

öyle bakışıyoruz yolunu bulan
bir suyla aynı anda-
işgal edilen toprağımızı geri 
istiyoruz Henri, geri istiyoruz
penceremizin sarmaşığını

ah Henri, sen direnişe katıldığından
beri, derin açıyor güllerimiz






Kasimir Maleviç


anlam arayanlar bu saatlerde
kavak hışırtılarını duymuyor,
görmüyorlar gözbebeklerin derinliğini
taşın sanrılı soluk alışını

başı açık yalınayak deniz
yeryüzüne ait, tanıklık ediyor
martıların çığlık çığlığa uçuşuna
kıyının kendinden geçişine

sokak aralarında görünmeden
rüzgârın gölgesi kuşları kovalıyor
akşam olmak üzere, bakalım yakalayabilecek mi
güzül yapraklar arasından

ancak böyle böyle öğreniyorum Maleviç
akşamın kırmızısını siyahını
benziyor kare resimlerine
hiçliği gösteren işaretle



,



Vladimir Tatlin





bulutlara değen renklerin sesi midir

Vladimir? duvarlarda kuş gölgeleri

çelenkler örüyor devrime

renklerin sesi duyuluyor uzaklardan



deliye dönen fırtına habercisi midir

dolambaçlı yolun sonuna gelindiğinin?

ferah ferah teyel atabilir bir terzi

kar sesi kokan gökyüzüne



kokuların sesi midir Vladimir

uykularımızı kaçıran çılgın hava?

kar habercisi midir yoksa

koruları göçüren zalim fırtına?



ah Vladimir, yaban güvercinim

dönüyor fırtına ovalarından,
orada, tel üstünde kuş gölgeleri
konacak dal mı arıyor hâlâ?







Vassili Kandinski





Sn.Petersburg sokakları ıssız

çıplak ağaçlar kar altındaydı

Vassili mutfak penceresinden

bakıyordu, bakışı delip geçiyordu

yüzyılı



‘bu kış da kalalım Sn.Petersburg’da’

dedi Vassili, ‘ah Nina, dün ütopya

olan bir gün gerçek olacak, sınırlar

ve duvarlar ortadan kalkacak’ diye

devam etti. Nina, mutfak penceresinden

ay ışıksız göğe bakıyordu, ‘tinsel

hayatın hep önünde olacak sanat’

dedi Vassili. Nina dönüp Vassili’nin

gözlerine baktı, bir gelincik tarlası

açılıyordu denize, bir pano renklere
bulanmış uçuyordu Sn.Petersburg-
Paris arasında, ‘taptaze düşünceler
bunlar diye geçirdi içinden Nina,
‘tıpkı yağan kar taneleri gibi’




René Magritte


portakal kırmızısı ay yuvarlak
yüksek türküsü koyu gecenin
toprak damda kuşun soluğu

gecenin esintisi karanfil kokusu
sabahın sesi yabanıl çalı
toprak damda güneşle uyandık

ah René, sabah kuşların örtüsü
dut ağaçlarının olgun yeşili
vınlayan arının yalın sözü

sabah zamanın anlık kırmızısı
lale soğanı gelincik tohumu
toprağın ağzıyla konuşmak




Oskar Kokoşka


öğle uykusuna yatmış ağaçlar
Viyana sokaklarında yaprak kıpırdamıyor
öğrenci kızlar mayıs renginde
yürüyorlar – sokak ortasına
konan bir kargaya bakıyor
kırmızı dudaklı ipince bir kız

Oskar, zamanı geçiyor sokakta
bir ân gözgöze geliyor genç kızla
gözlerinin çiçeği uçuyor
karganın durur mu, o da uçuyor

genç bir kız gibi mayıs oyalıyor Oskar’ı
bir ses bir koku bir renk
başka yola saparken gülüyor
gizlenmiş bir duyguyla

sevincin eğik uçan kırlangıcı
ey ağaçların öğle uykusu Oskar
resme çalışıyor Viyana kırmızısı
unutmadan etekleri serçeli kızı 




Joan Miro’


yaz göklerinden gelir kuşlar
üzüm bağlarından kalkar
çiçekli tarlalardan geçer
dağların hizasından uçarlar
ülke sınır tanımadan

suyun çatlağından sızan zamana
çalışır ellerin, masandadır
boğazı kesilmiş İspanya
kuşu rüzgârıyla

yaz göklerine yürür Miro’
gitgide büyür adımları
pasajların serinliği büyür gider
ağaçların gölgeleri uzar gider
bir hasrettir İspanya büyür gider

Max Jakob’un şapkasından geçer
Tzara’nın buğday sapı sözcüklerinden
arkadaşları çocukluğunu hatırlatır
gürültüyle akıp giden
Barselona sokaklarından



Roman Jakobson


ah saatler, yıllar unuttum neredeler?
o zamanlar Hlevnikov, Mayakovski,
Ahmatova vardı, Moskova,  Leningrad,
St.Petersburg, yazlık evler, edebiyat
meyhanesi Başıboş Köpek, akıp gider
uçacakmış gibi nice yüz, nice göz

unuttum tartışmalarda kırmızı ayı,
maşrapalarda şarabımız
tuzumuz ekmeğimiz yıllanıyordu-
yer değiştiren resim, şamar gibi
inen şiir yaşıyordu rüzgârın terkisinde,
sokaklarda serseri, meydanlarda âsi
bir ses gibi, köşe bucak ve dikey

hiçbir zaman dingin değildi
mavi gecelerde yüreğim-
başka bir dünyadaydık, devrim
dikey ve yatay akıyordu




Marcel Duchamp


yuvarlanıp gidiyor bisiklet tekerleği,
sayısız nesne, ilâç kutuları, eczane
bir görüntüden başka bir görüntüye
geçiyor sokak sarı kırmızı

yuvarlanıp gidiyor mavi portakallar,
dalbudak salmış ağaçlar
yeniden adlandırdığım eşya
konumunu değiştirdiğim güneş
taş, çiçek,taşta açan çiçek

kırlangıçlar kırlangıçlar, güneşe
doğru uçuyor kırmızı bir leke
olana dek, dikey acılar düşüyor
ufkun zarından yüreğe

çok açık seçik değil mi bisiklet
tekerleği, dünyanın döngüsü, pisuara
düşen saç? birbiriyle ilgisiz gibi
duran ağız, göz, yuvarlanıp gidiyor
sokağın sakinleri denize




J.S.Bach


ellerimize hohluyoruz ayrılmadan
birbirimizden, kanatlanıyoruz buzun
üstünde, akşam olmak üzere,
eve dönüp Bach dinliyoruz

çözülüyor buz tutan ellerimiz,
yitiyoruz çoğala çoğala gelen
müziğin içinde- kış çizgileri
özlüyor güneşli günleri

düşteyiz sanki bir suda,
suyu dalgalandıra dalgalandıra geçiyor
bir tekne, işte öyle gizemli,
dolambaçlı yayılıyor org sesi

ikimiz sevdalı yılların insanlarıyız
dolanıp duruyoruz odanın içinde
Bach’ın müziği yayılıyor
odaya değil yüzyıllara





Brahms


müzik sessizliğin derinliğine
nişan koymak için Clara, yoksul
gecelerimiz için, zeytin ile ekmek,
deniz ve gök için

bu yaz Baden Baden’e gidebilir miyiz,
dinlenebilir miyiz Clara? el ayak
çekilince uçarcasına giden gümüş sesli
rüzgâr kanatlanır mı yüreğimde?

ah Clara, annemin dikiş makinesi,
babamın kontrbası, kemanı
(nasıl unuturum) yoksul gecelerimizin
neşesi, umutsuzluktan belki, artık 
anımsamıyorum gemici ezgilerini

serçelerin nota gibi ipe dizilişi
ince giysiler içinde ilkyazın gelişi
ah Hamburg, anımsıyorım
kapımızın önünden geçen kızları






Mendelssohn


şimdi ince şeyleri düşlüyoruz, ak
parmakların tuşlarda gezinişinin
çıkardığı sesleri, sessiz müziğini
parlayan ayın, çınlayan yıldızların

güneş bir mızrak gibi yükseldiğinde
menekşeli günleri düşlüyoruz- ablam
Fanny Paris’ten almış fırfırlı elbiseyi,
eteklerinde rüzgâr senfoni gibi

korulardan esen deli dolu rüzgâr
bir ayrıntı değil, buğulu
pencerelerinde şatonun gölgelerini
uçuruyor akşam vakti

ince şeyleri düşlüyoruz ya Fanny’le
sitemleri hüzünleri de koyuyoruz
piyanonun seslerine- Bach da
öyle yapardı değil mi?

işte çekiliyor ayak sesleri
Bir Yaz Gecesi Rüyası’na çalışmak lazım





Frédéric Chopin


ilkyaza giren çiçeklerin nisanı
gibi memleket hasreti sarıyor bedenimi
ah Polonya, kırılgan yüreğimin
uzandığı serin toprak
çiçeklere boğ beni, müziğinle
yoğur, saf güzelliğine kat,
dinlensin söğütlerin hışırtısında
sayrı gövdem

ölümün ciğerlerime dolan rüzgârını
kırlara koy kontes, ellerimi,
parmaklarımı sakla ormanların
çağırdığı müziğe, kar tipisidir
benim notalarım, savur onları
ülkemin toprağına

nergisleri koy göz pınarlarıma,
bu son saatlerim, notaların
serçelenişini koy patikalara kontes,
rüzgârlı bayırlara bedenimi
sonsuz uykulara dalayım 



Bruegel


günü geldiğinde düğün kurulur
köy meydanına, şu sapağı geçince
görürsünüz, köpekler havlar, çocuklar
yarı çıplak gezer, hepten uçucudur
düğün yemeğine gelen insanlar

okursunuz bir düzyazı gibi manzarayı
saman yüklü arabaları,  güzel 
güzel inekleri, göğe bakarsınız
kuşlar uçar uçar ve uçar

avcılar geyik kanı taşır, incecik
gülerler, avdan dönenler eşit
koşullarda oturmazlar masaya-
ölüm yakın olmalı onlara

görürsünüz, bir halk havasında
oynarlar, kayan bir yıldız gibi,
kasırga gibi, düşünü kurarlar
karla yüklü mutlu yılların






Beethoven


piyanonun tuşlarında yüzlerce
kuş sesi uyandırıyor güneşi
göz pınarlarında çiçek açıyor
tedirgin zaman

bütünüyle sağır olana dek
kabuğunu kırıyor midye
deniz bütün hırçınlığıyla
çağırıyor ay ışığını

geceleri, ah geceleri seni karşılıyor
kör bir kızın karaltısı
çalıyor ‘ay ışığı sonatı’nı
hiç görmeden o ışığı

çekiçler dövülüyor kalpaklar uçuyor
Viyana sokakları kar kar
öldüğün söyleniyor kulaktan
kulağa sokak aralarında-
saatler sonra fısıltılı vedalaşmalar







Joseph Haydn


otların arasında papatyalar rüzgârın
oynaştığı senfonilerdir, kulak dibimde
testilerin sesi yaylı dörtlülerin
sesi gibi, tırmalıyorum patikayı
şato uzakta kalıyor, nasıl çekebileceğimi
biliyorum doruğa müziği,
otların hışırtısını duyuyorum
eşit her çalgıya, ama işte davullar
ve telli çalgılar gürlüyor, madeni
sesler çocukluğumun Viyana’sını
anımsatıyor, çocukken katıldığım
koro ufak güneşlerden oluşuyor,
ay tek başına çocukluk gibi,
kar tertemiz yağıyor saraylara da
yoksul mahallelere de

ağaçlar deniz görmüyor, elmalı
ağaçlar, elmanın sesini katabilir miyim
müziğe, olur da bir gün ölürsem
deniz gören bir yere gömün
beni taze otların arasına,
gölgeli zeytinlerin uykusu olayım





Çaykovski


ayazda kalmış bir kuş pencereye
konuyor, ayakları toprak kokusu,
göllerden ırmaklardan gelmiş
ufacık gagası kırmızı

ağrıdıkça ağrıyan yalnızlıklar dolaşıyor
dut ağaçlarının dibinde
görüyorum camın ardından
serçelerin birdenbire inişini

çalgılı ağaçlar var içimde-
göl yakın, üzerinde kuğular
sekerek dans ediyor, balıklar,
düşünülmez belki, gökyüzünü özlüyor

içimde bir yaprak kıpırdıyor
bale müziği eşliğinde
yitirilen mutluluk için
gidiyorum bir genç kızın ardından



Rimski-Korsakov


ah Rimski, bir kuşun uçuşudur
piyanonun tuşları, çalarken Şehrazad’ı,
Binbir Gece Masalları, küçük Tikvin
kasabası sokuluyorlar yanına,
gözlerine bakıyorsun sevdiklerinin, ki
bakmışsındır mutlaka, görüyorsun
orada denizlerin derinliğini,
gözünden kaçan bir çiçek uçuyor,
St. Petersburg sokaklarında gidiyorsun
ardından, gitmişsindir mutlaka
begonyadır diye

bir akarsuya yetişip önüne geçiyorsun
çamların arasından akan müziğinin

ah Rimski-Korsakov, baksak ki çiçek
yılı hayatına, çalınacaktır her çağda
Şehrazad, çiğnenmiş karlar, mavi gece,
soluğu tilkilerin, solgun yıldızlar
hep olacaktır hüznü çoğaltan

senin için gül dikiyorum
cemrelerden sonra bahçeye





Franz Schubert


kuşlar, kırlangıçlar önce, çok sayıda
arka sokaklarında Viyana’nın hep
kuşlar var, birahanelerin önlerinde,
ağaçlarda, çatı katlarının pencerelerinde,
tellerde, tanığıdır yaldızlı sesimin
geceler, kuşların ezberindedir
kemanın sesi gürültülü toplantılara
karşıt, çok eğlencelidir yine de
kollarımı açıp dostları karşılamak
tezcanlı bir çiçeğin açışı gibi

gençliğim ah, koroda geçen saatlerim,
piyano parçaları, bitmemiş senfoniler,
oda müzikleri derken kırmızı bir
ay doğar oturduğum sokağa, elimde
notalar kalır insanlığa ulaşamadan

Viyana’nın daracık arka sokaklarında
kalır mı adım? ‘frengiden öldü’
diyeceklerdir ‘genç yaşta’, bu kesin-

derelerin sesinden tanırlar mı beni?



Sergey Rahmaninov


duvar saatini tik takından başka
ses yoktu, ev aydınlığa büründü,
hüzün salkımı gece, dışarıda St.
Petersburg’un kar beyazı sessizliği

piyanonun başına oturduğumda
mumların aydınlattığı salonda Natalia’nın
kirpikleri sonsuzluk gibi uzundu
elbisesi müziğe uygundu

müziğin ışığı içindeydim o gece
kar tanelerinin yuvarlanışı gibi
akıp gitti parmak uçlarımdan prelüd

göz kamaştırıcı oldu, sersemletici
uçarcasına geçmişten bir şeyler
taşıyan müzik, çağrısı gibi sonsuzluğun,
gelecek yüzyıla uzanan ucu





Abidin Dino


                O zamanlar faytonlar dururdu istasyon önünde.
Yağmurlar bolca yağardı Adana’ya. Sümbül havası
derdik ilkyaza.
                Ey sürgünlük, çırçırlar, pamuk haralları, havada
uçan davullar, hovardanın çağı, pamuk işçileri-
bir Selçuklu kümbeti gibi uğuldayan kalbim hepsini
birden kucaklardı. Vardı elbet bedenimde aparı bir tin.
Ağır akan Seyhan kıyılarında atlar vardı. Zorbalık işte
sarı sıcak ve sinek. Geceleri bembeyaz cibinlik iyilikse-
verlikti. Ah işte çizgi ve desenler incir ağaçlarının
altında güne vuran incelikti.
                Küçük saat ile büyük saat arası çiçekçiler kıpır
kıpırdı sabahları. Kederi ve sevinci çiçekçilerden alıp
tanıklık ediyordum şafağın gözkapaklarına. Kuşlar el
izimdi, caddelere zincirleme konup kalkarlardı.
                Ah Güzin, şimşeklerle gürleyen gök çocukluk
işte






Charles  Chaplin


                Yoksulluk bir şey değildi leopar yalnızlığımın
yanında. Ey şövalye yürek, ey yırtıcı kuşların bölüştüğü
yem, ey anne ve babamın yoksul geceleri. Alışmıştım
kum saati yalnızlığına, bol pantolonlara, şapkalara,
bastonlara gökyüzüne alışır gibi. Amerika, film kareleri,
işçi sabahları, sonunda modern zamanların düzensiz
palyaçosu oldum.
                Parmaklıkların ardında bir Avrupa görüyordum.
Acı, belindeki silahı kavrıyordu. Bir çiçek açsa koparılı-
yordu. Sabah kahvaltısını yapıyordu Almanya. Gecenin
davulları Yahudiler için çalıyordu. Dehşetler saçıyordu
gamalı haç. Kürekler mezar kazıyor, silah fabrikaları
gözkapaklarını kapatıyordu.
                Güz. İsviçre dağları rüzgârı bölüştürüyordu. Han-
lığıma çekiliyordum, sakar devinimli, gülünç. Öğreniyor-
dum güz değmiş elleri sıkmayı. Ve selamlamayı sürüp
giden sirenleri.





Federico Fellini


                Kımıldamadan bir buluta bakıyorum. Kendimi
görüyorum, varlığımı sanrılı sularda. Ah Rimini, çocukluğumun
düz yolları, sessizce bir tenhada çizdiğim biçimden biçime giren bulutlar.
Üzüm bağlarına dadanan kuşlar. Bir ateş yakıyorum
gök kıyılarında, dumanından kaçıyor kuşlar. Bir ateş Nino için.
Bir ateş kış gecelerinde üşüyen çocuklar için. Kürkler içinde
kentsoylular can sıkıcı sözler ediyorlar. Gazoz seven çocuklar
kenar mahallelerden geliyorlar. Bisikletlerini göğe dayıyorlar.
                Yoksulluğu ve göz kamaştıran yaşamı görüyorum Roma’da.
Yükleyip getiriyorum çekim alanına. Kamera. Kalbim Rimili’de
kalıyor, sarmaşıklı, kuşlu, avlulu evde. Düşünü kuruyorum
avluya
             düşen
                        ayın.
                Yaban kazları, uzun bacaklı günlerimi dolduruyor. Konuğum
Nino kazlara bakıyor, daha yakın gündelik acılara ve müziğe. Ben
çizgilere, yazı şiire…



Nuri Bilge Ceylan


bir sıkıntı halinde günler kırmızı
çocukluk göğü olur, göl olur
Yenice çarşıları ya da bir Ege ili olur
insanlar sessizdir kadınlar yaslıdır
bir salyangoz iz bırakarak gider
mayıstır kızların kırmızı dizleri
etekleri uçar külrengi gökyüzüne
yüzleri düşlere gömülür

ben bir çırpıda bunları söylerim
yağmur yağar günlerim sıkıntılı geçer
pencere camları tanığıdır
çakıl taşları deniz kabukları
durmadan öksüren ihtiyar kadınlar
tanığıdır, öyle durgun öyle kımıltısız
bir göl sıkıntısıdır ki
balıkçılarla paylaşırım, kasaba
esnafıyla, soluk parıltısıyla güneşin

ne söylesem acıyımdır 






































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder